Türkiye, hizmette de döviz tüketicisi…
Türkiye’nin 2011′de 75 milyar doları bularak dünya rekoru kıran cari açığı, büyümenin yüzde 2’lerde…
Birçok öncü göstergeye bakılarak Türkiye ekonomisinin yılın ikinci yarısında büyümesinin durduğu, resesyona girdiği , bunun da yeni bir krize giriş olduğu genel kabul görüyor. Dünyadaki ve ülkedeki eğilimler, bu küçülmenin 2017’ye de hakim olacağı yönünde güçlü göstergeler içeriyor.
2016 krizine neden girildiği ve hangi önlemlerle bu sorunun en düşük faturayla aşılacağı sorusu önemli. Bunun için, Türkiye’nin biri 2001’de , diğeri 2009’da yaşadığı krizlerin nasıl başladığı ve nasıl çıkıldığı tartışılarak, ders bulunmaya çalışılıyor. Her sorunlu konjonktürün, kendine özgü iç- dış çerçevesi ve “hikayesi” var. Bunları anımsamadan, kaba paralellikler kurmak, doğru teşhis ve tedaviye pek yardımcı olmaz.
2001 krizi, o yıllarda yaşanan Asya, Rusya, Meksika, Arjantin krizleri gibi, ağırlıkla “yerel” bir krizdi. Dünya ekonomisinde ise “hava güneşliydi”. Kamu maliyesi ve bankacılık sisteminin dejenere olmasıyla girilen krizden ağır IMF reçeteleri ile çıkıldı ve devrilmiş katar yoluna koyuldu. Krizden, iktidardaki koalisyonun ortağı partiler, 2002 Kasım seçimlerinden ağır siyasi bedeller ödeyerek çıkarken AKP, onarılmış ekonomiyi altın tepside önünde buldu ve tek parti iktidarı olarak onunla büyüdü.
2009 krizi ise ağırlıkla küresel fırtınanın Türkiye’yi vurması biçiminde yaşandı.
RTErdoğan, bugünlerde sık sık 2009 krizini anımsatıyor ve “Bizi teğet geçecek demiştim, öyle de oldu. Yine teğet geçecek” diyor, herkesi yastık altındaki dolarlarını satmaktan, altın kullanmaya kadar işe yarayacağı hayli şüpheli eylemlere çağırıyor.
Öncelikle belirtilmeli ki, 2009 krizi, iç makro dengelerdeki tıkanmadan çok, küresel ekonomideki ABD merkezli çöküşün etkisiyle yaşanan bir krizdi. Türkiye dahil, tüm ülkelerden yabancı yatırımcıların çıkışıyla sarsıntılar yaşandı. Küresel krizle birlikte, başta AB olmak üzere Türkiye’nin ihracat pazarları daraldı. Türkiye dahil, tedarikçi tüm ülkelerin ihracatları düşünce sanayi üretimleri de geriledi. Türkiye’de 2009’da işsizlik oranı yüzde 20’lere yaklaştı!..
Küresel fırtınayı Türkiye , 2008 sonu ve 2009’un ilk yarısında derinden hissetti. Sonuçta, 2009 küçülmesi sabit fiyatlarla, yüzde 4,8 oldu. Ülke milli geliri, 2008’de 742 milyar dolar iken 2009’da 617 milyar dolara kadar geriledi.
Krize girişte de çıkışta da, yabancı yatırımcının kararları etkili oldu. Yabancı sıcak para tutarı 2008 ortasında 68 milyar dolar iken küresel krizin patlamasıyla hızlı çıkış yaptı ve 2009 ortasında 50 milyar dolara kadar geriledi. Bu çıkışın etkisiyle, dolar fiyatı yüzde 20 dolayında arttı ve ekonomi soğudu. Kapasiteler düştü, işten çıkarmalar yoğunlaştı.
AKP iktidarı krize kamu maliyesi ile müdahaleler yaptı. Bütçe açığını milli gelirin yüzde 5’ine kadar çıkarma pahasına, vergi kolaylıkları ve çeşitli kamusal destekler vererek çöküşü frenledi. Bu krizi yönetme performansı, dışarı çıkan yabancı yatırımcıyı yeniden çekmeye yaradı. Batı’daki kriz ateşini yatıştırmak için pompalanan bol para için, zaten gidilecek fazla adres yoktu; ABD ve AB resesyondaydı. Yabancı fonlar için geçici de olsa park yeri, Türkiye gibi ülkelerdi. Yabancılar, Türkiye’ye 2009’un ikinci yarısında dönüş yaptı, ekonomi yeniden büyümeye başladı. Öyle ki, 2010 ve 2011’de yıllık ortalama büyüme yüzde 9’ları buldu.
Özetle, 2009 krizi daha çok dışsaldı ve Türkiye, ne bugün olduğu kadar yüksek siyasi-jeopolitik risklere ne de bugünkü ölçülerde ekonomik risklere, özellikle ağır borç yüküne sahipti.2009’da iç siyaset daha az gergin, dış politika fazla sorunlu değildi. Dış rüzgarların salladığı gemi, içeride iyi dümen tutulduktan sonra, çıkan sermayenin geri gelişi ile aşıldı ve yabancı fon rüzgarlarıyla yol aldı. “Teğet geçti”nin öyküsü buydu.
Bugün ise durum, 2009 konjonktüründen çok farklı. Türkiye’nin yavaş yavaş içine girdiği krizde yine yabancı fonların çekilişi ana etken, ama onları uzaklaştıran ana neden, dışsal çekiciliğin yanında içerideki durumun iştah kaçırıcı yanı.
Türkiye’nin 2009 ile kıyaslanmayacak ölçüde riskleri yükselmiş durumda. AKP’nin özelikle 2011 seçimleri sonrası yöneldiği otoriterleşme eğilimleri, ayırt edici bir özellik. Yanı sıra, ortağı Gülen hareketi ile tutuştuğu kavga, Kürt muhalefeti ile barışçı dilden uzaklaşması, iç gerilimleri hızla tırmandırdı. İçeride medya özgürlüğü, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi alanlara ilişkin ihlaller, dış yatırımcıda “mülkiyet hakkı”nın bile güvence altında olmadığı algısına yol açtı.
Bütün bunlara, Suriye ve Irak’taki sorunlu dış politika duruşu, Rusya ile yaşanan yüksek gerilim eklendi. Özünde, sıcak para da dediğimiz kısa vadeli yatırımcının kaçışının 2015’te yaşandığı ve 15 milyar dolarlık bir çıkış olduğu görünmektedir. Ancak, rezervler ve dışarıdan tutulan dövizler(net hata noksan) ile olası bir sert kur artışının önlendiği, krizin 2016’ya sarktığı görülmektedir.
Kaynak:TCMB;Ödemeler Dengesive döviz kuru verilerinden türetildi
2016’ya girerken 2015 Kasım seçimlerinin yatırımcı açısından bulutlu havayı dağıtıcı etkisine rağmen, risklerin yüksek olduğu görülüyordu. Özellikle yılın ikinci yarısında risk birikimi tavan yaptı. Önce 15 Temmuz darbe girişimi, ardından Temmuz-Ekim döneminde derecelendirme kuruluşlarından “yatırım yapılamaz” notu geldi. Bunu, Trump’n seçilmesi ve ABD’de büyüme sinyallerinin fonları çeken cazibesi eklendi. İçerideki iticilik, dışarıdaki çekicilik ile birleşince , dış yatırımcı daha hızlı çıkma yönünde hareketlendi, dış borcu milli gelirinin yüzde 60’ını bulmuş ekonomide döviz açığı olanların paniği arttı, banka mevduatında dolarlaşma başladı, dövizin payı yüzde 40’ı buldu ve dolar düzenli bir biçimde yükseldi. Avrupa Parlamentosu’nun hukuk ve insan hakları ihlali temelli tepkisi, müzakereleri dondurma tavsiye kararı biçiminde gelince, süreç ivme kazandı.
Görmek gerekiyor ki, bu kriz, daha çok iç politik dinamiklerden kaynaklanıyor ve ağırlıkla “ev yapımı”. Hızlandıran dış rüzgarlar var ama Türkiye bundan herkesten çok etkilendi.
Durum böyle olunca, bu kriz, 2009’da olduğu gibi, kamunun ekonomik müdahaleleri ile yönetilebilir özellikte değil pek. Nitekim, 24 Kasım’daki sert faiz artırımı, yabancı sermaye çıkışını , yerli aktörlerin tasarruflarını dolara bağlamalarını, TL’deki erozyonu önleyemedi. Hem dışarıda AP bildirisi, hem de içeride büyük patronlar örgütü TÜSİAD’dan yapılan açıklamalar, yaygınlaşan güvensizliğin , ekonomideki tıkanmadan çok, hukuk devleti olmaktan çıkmakla ile ilgili olduğunu vurguluyor.
Bu durum da, önceki krizlerden farklı olarak, Türkiye’nin entegre olduğu Batı dünyasının, dış sermayenin güvenini kazanmanın yolunun, AB değerlerine uyumdan, otoriterleşmeden, hukuksuzluktan vazgeçmekle ilgili olduğunu gözler önüne seriyor. Bu anlamda bu kriz, ekonomik gibi görünen bir “politik kriz” aslında. Sonuçta bir U dönüşü yapması, demokratikleşmeden, öncelikle OHAL’in kaldırılmasından, Başkanlık türü totaliterleşmeye götüren niyetlerden uzak durmaktan geçiyor. Tersi yöndeki yönelimler ise Türkiye’ye iyice kaotik günler vaat ediyor.
“Bunu AKP içinden görenler yok mu” sorusu ise bugünlerin en popüler sorularından biri.