Özet:
Varlık Fonu’nun atması en muhtemel adımlardan biri, zor durumdaki yatırım projelerini üstlenen ve çoğu AKP’ye yakınlığı ile bilinen firmalara can simidi atması.

15 Temmuz darbe girişimi ikliminde, yasa yerine geçen kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) hızla oluşturulan Türkiye Varlık Fonu (TVF), Türkiye siyaset ve ekonomi gündeminde baş köşeye yerleşirken, bundan sonra da ana tartışma konularından biri olmayı sürdürecek gibi.

TVF, AKP hükümeti yetkililerince, çoğu petrol zengini Körfez ülkesinin, Norveç’in ve başka cari fazlası, bütçe fazlası olanların kurduğu ülke fonlarına benzetiliyor. Oysa TVF, bunlarla sadece isim benzerliğine sahip o kadar. Çünkü Türkiye’nin cari açığı kronik. Bütçe fazlası olmadığı gibi, yükselme eğiliminde olan açığı var. O zaman bu fona neden ihtiyaç duyulduğu, fon ile ilgili inşa süreci ilerledikçe ortaya çıkıyor.

Şimdiye kadar belirginleşen büyük resim, TVF’nin hem bütçenin hem Merkez Bankası’nın bazı fonksiyonlarına ortak olacağını gösteriyor. Bunun da ötesinde görünen o ki, fonun öncelikli hedefi, kamusal likit varlıkları, “mega proje” olarak adlandırılan Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) yatırım projelerini düze çıkarmada, kurtarmada can simidi olarak kullanmak.

Türkiye ekonomisi, küçülme sürecinde. 2016 yılı ekonomik büyümesinin son çeyreği henüz net değil ama ilk üç çeyrekten çıkan sonuç, yıllık büyümenin yüzde 1.5’i aşmayacağı yönünde. Oysa 2015 büyümesi yüzde 6.1 olarak açıklanmıştı. Bu, 2016’dan itibaren sert bir düşüşün başlaması demek. 2017 için de büyüme konusunda iyimserlik yok. Çünkü büyüme Türkiye için yabancı kaynak girişine bağlı.

Dış kaynak kullanımına mutlak bağımlılığı olan Türkiye, üç uluslararası derecelendirme kuruluşu tarafından “yatırım yapılamaz ülke” ilan edilince ve bunun üstüne Fed faizinin cazibesi eklenince, umulan ve alışılmış dış kaynak girişi artık söz konusu değil. Bu durum, 2015’te doları TL karşısında yüzde 25, 2016’da da bunun üstüne yüzde 20 değerlendirdi. En büyük zararı toplamı 213 milyar doları bulan net döviz açıkları ile özel firmalar gördü. Merkez Bankası bu firmalar arasında kamu-özel ortaklığı kapsamında altyapı yatırımları üstlenen firmaların yükünün ağırlığına dikkat çekti. Şimdi gündemde, devletin ciro, kiralama garantisi verdiği, dış finansmanlarına garantör olduğu bu devasa yatırımları üstelenen firmaları, üstlendikleri büyük riskler dolayısıyla bekleyen darboğazlar var. Bunlara üç uluslararası derecelendirme kuruluşu da dikkat çekiyor.

İşte TVF, tam da bu büyüyen riskin ilk sinyalleri ulaşmaya başladığında oluşturuldu. Kamu bankalarının, havayolu şirketi THY’nin, enerji ile ilgili kamu kuruluşlarının ve başka irili ufaklı devlet kuruluşlarının likit, taşınmaz varlıklarını bünyesine çekip alan TVF’nin yapacağı ilk şeylerden biri, bu varlıklarla bir portföy oluşturmak ve bu portföyü vitrine koyarak borçlanmaya çıkmak. Özellikle de yabancı yatırımcıları portföye yatırıma çekmek. Bu, devlet kâğıtları üstünden Hazine’nin borçlanmasına paralel bir borçlanma.

Mali disiplin prensibine hep sadık kalmış AKP hükümeti, TVF olmasa merkezi bütçeden bu borçlanmalara gitmeye kalksa, şu sıralar milli gelirin yüzde 30’ları dolayında olan kamu borç stoku/milli gelir oranı hemen yukarılara çıkardı. Daralan ekonomide merkezi bütçenin açıklarının artması zaten kaçınılmaz. Bunlar, merkezi bütçenin büyüyen açıkları ve büyüyen borç yükü demek olacak ve özellikle dış yatırımcılar karşısında vitrini bozacaktı.

Oysa merkezi bütçeye paralel inşa edilen “paralel bütçe” denebilecek fon, bu borçlanma ve açık işlevlerinin bir kısmını üstlendiğinde, açık ve yükün iki bütçeye bölünmesi sonucu rasyolarda bozulmanın da önleneceği umuluyor. Hoş, bunu başta IMF olmak üzere derecelendirme kuruluşları ve yatırımcılar görmez mi? Elbette görürler, ama sıkışıklık bazen en sorumlu insanlara bile kuma başını sokan devekuşu yanlışları yaptırıyor.

Maliye Bakanı Naci Ağbal 8 Şubat tarihli Hürriyet’e şu açıklamayı yaptı: “Varlık Fonu, envanterindeki varlıkları karşılık göstererek borçlanma yapabilir, proje finansmanı yapabilir büyük projelere finansman bulabilir.” Bu, TVF’nin görünürdeki ilk hedefi. Ancak TVF, bünyesine kattığı kamu varlıklarından bir portföy oluşturunca derecelendirme kuruluşlarından “yatırım yapılabilir” notunu alabilir mi? Bu zor. Ülke fonları “Santiago kuralları”na uymayı taahhüt ediyor. Bu kuralların başında da “güvenilir hukuki temel” geliyor.

TVF, ağırlıkla OHAL döneminin ürünü ve KHK’larla düzenlendi. Bu durum, derecelendirme kuruluşlarının notunu baştan olumsuz etkileyecektir. Ülke notu 100 üstünden 44 ile yatırıma uygun olmayan Türkiye için fonun hukuki sakatlığı kadar ortaya çıkış zamanlaması da ciddi bir handikap ve beklediği dışarıdan borçlanma, neredeyse ham hayal.

Hatırlatalım: Türkiye daha şimdiden yükselen ülkeler arasında risk primi (CDS) 258 ile ilk sırada ve uzun zamandır ilk sırada olan Brezilya’yı geçmiş durumda. Üçüncü sırada Güney Afrika, dördüncü sırada Rusya var. Trump’ın hedefindeki Meksika bile beşinci sırada.

Türkiye’yi bu kadar risk şampiyonu yapan şeyin ekonomik kırılganlıklarının yanında politik ve jeopolitik riskler olduğu biliniyor. Dolayısıyla bu kaotik politik iklimde, hele ki anayasa değişikliği ile ilgili nisan ayında yapılacak referandumun bir “hayır” sonucunu muhtemel kıldığı şartlarda, TVF’nin evdeki hesabının çarşıya uyması çok zor görünüyor.

TVF’nin borçlanarak fon yaratmayı beklerken yapması en muhtemel şey ise portföyüne, zor durumdaki yatırım projelerini, bunu üstlenen ve çoğu AKP’ye yakınlığı ile bilinen firmaların hisselerini, borçlanma senetlerini katmak. Bu, bir anlamda firmalara fonun can simidi atması demek. Nitekim Maliye Bakanı Ağbal, Hürriyet’e yaptığı açıklamada “Fon, büyük projelere finansman bulabilir” derken bu noktaya da değinmiş oldu.

TVF, paralel bütçe olmanın yanında paralel Merkez Bankası olma eleştirisine de maruz kaldı. Fonun kamu kuruluşlarının döviz nakitlerini kullanarak piyasada “spekülatif atakları önleme” işlevi olduğu da ifade ediliyor. Bu konuda Savunma Sanayii Fonu’nun üç milyar lirasının neden fona alındığını Maliye Bakanı şöyle açıklıyor: “Fon’un görevlerinden birisi de finansal piyasalarda istikrarı sağlamak, piyasalarda meydana gelebilecek dalgalanmalara karşı gerekli tedbirleri üretmek. Fon’un kanunla verilen para piyasalarındaki istikrarı sağlama görevini yerine getirebilmesi için likit bir kaynağa ihtiyaç var. Üç milyar lirayı daimi olarak almıyoruz.”

Bu sözleri, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli de şöyle destekliyor: “Fon, piyasaların aşırı dalgalandığı, spekülatif işlemlerin, ekonomik sabotaj ve saldırıların yoğunlaştığı dönemlerde, piyasaların sakinleştirilmesine ve saldırıların defedilmesine büyük katkı sağlayacaktır.” Bu, Merkez Bankası’ndan beklenen bir işlev iken şimdi fonu da bu işleve ortak görmek söz konusu olabilecek. Ama ne kadar etkili olacağı ancak yaşanarak görülecek.

Özetle, Türkiye’de milli gelir artmıyor ama milli gelirden kamuya akan kısım, kamusal servet, yeni bir kurum olan TVF tarafından diğer kurumların kaynakları daraltılıp yetkileri paylaşılarak kullanılacak. Fon, kamu denetiminden uzak ve bir “şirket” keyfiyetinde çalışacak. Devletin şirket gibi olması gerektiği sözünü sarf eden AKP’lilerin fantezisi gerçekleşebilecek mi? Buradan yeni yetki çatışmaları, mali disiplinsizlik ve kaos mu çıkar; yoksa istikrar mı, yaşanarak görülecek.

Written by Mustafa Sönmez