Neden İzmir?
Mustafa Sönmez İzmir’de seçim arifesinde, AKP adaylarını bile tedirgin eden CHP’li belediyelere dönük operasyonlar,…
Tarafsızlığı ve adilliği tartışma konusu olan 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinin ardından başlatılan yeni politik sistem ve ardından kurulan yeni kabine hemen ekonomik sorunlarla boğuşmak durumunda kaldı. Ancak ekonomide yetkiyi damadı Berat Albayrak’a delege etmiş görünen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, faiz ile ilgili kararını hem Albayrak’a hem de ona bağlanan Merkez Bankası’na dikte etmekten aslında geri durmamış gibi.
Seçim sonrası oluşturulan yeni kabinenin en önemli icraatı olarak beklenen 24 Temmuz’daki Merkez Bankası toplantısından faizlerin aynı tutulması yönünde karar çıkması Merkez Bankası’nın değil, “tek adam”ın kararı olarak algılandı. Hazine ve Maliye Bakanlığı’na getirilen Erdoğan’ın damadı Albayrak’ın piyasalarla kavga etmeme güvencesi vermiş olmasına rağmen piyasanın en az 1 puan artış beklediği politika faizinde bir değişikliğe gidilmemesi Erdoğan’ın buyruğu olarak okundu.
Bu karar öncesinde 4.60 TL bandına kadar inme eğilimi gösteren dolar fiyatı şok edici faiz kararı sonrası 5 TL’ye doğru yol aldı ve 4.94 TL’yi görünce kâr amaçlı satışlarla biraz indi. Ancak izleyen günlerde yeniden çıktı ve 4.90 basamağına yerleşerek gözünü psikolojik sınır olan 5 TL’ye dikti. Bu da 1 Ağustos akşam saatlerinde gerçekleşti.
Türkiye ekonomisi böylece ağustos ayına 5 TL’lik dolar fiyatı ile yüzde 25’e yaklaşan TL faizleri arasında sıkışmış olarak girdi.
Anlaşılan o ki “tek adam” yüksek döviz ile yüksek faizin tahribatı arasına sıkıştırılan Türkiye ekonomisinde faize yüz vermektense dövizin fiyatına şimdilik rıza gösterir durumda.
Ne var ki ikisi de hızla tahribat yaratıyor. Yüzde 15’i geçen tüketici ve yüzde 24’ü geçen üretici fiyatları gerileme yönünde bir umut vermiyor. Hem üretici hem tüketici fiyatlarında yeni artışlar gündemde ve 2018’in tüketicide yüzde 20, üreticide de en az yüzde 25 enflasyon ile kapanması ihtimali sık sık dile getiriliyor. Tırmanan enflasyonda döviz artışının ithalatta yarattığı maliyet artışları belirleyici durumda.
Merkez Bankası 31 Temmuz’da yayımladığı Enflasyon Raporu’nda nisan ayında yüzde 8,4 olarak açıkladığı 2018 enflasyon tahminini 5 puan artırarak revize etti. Bu da Merkez Bankası’nın 2018 için yüzde 13,4 enflasyon öngörmesi demek. Banka enflasyonun 2019’da ise yüzde 9’a inerek tek haneye gerileyeceğini belirtti.
Ne var ki bu öngörüler ve tahminler, birçok iç ve dış ekonomik yorumcu tarafından yeterince inandırıcı bulunamıyor. Enflasyondaki gidişat kontrol vaat etmediği gibi “tek adam” yönetiminin enflasyonu kontrolde yetersiz kalacağı kanısı da yaygınlaşıyor.
Yüksek enflasyon beraberindeki tüm parametrelerde tahribatı artırıyor. Belirsizlik yatırımdan caydırıyor, enflasyon reel gelirleri düşürüyor, iç tüketimi sınırlıyor, iç pazara dönük büyüme gerileyen taleple beraber hızla yavaşlıyor. Özellikle üçüncü çeyrekten itibaren önce büyümede durgunluk, sonra küçülme bekleniyor.
Yükselen belirsizlikler mutlak ihtiyaç duyulan yabancı sıcak para girişlerini de caydırdığı gibi, borsadaki yabancı sıcak paranın da küçük küçük de olsa çıkmasına yol açıyor. Bu da haliyle dövizin, özellikle doların aşağı inmesini önlüyor, Türkiye’nin risk primi hızla yükseliyor. Kısaca CDS olarak bilinen Türkiye’nin risk primi 1 Şubat’ta 166 iken 1 Mayıs’ta ancak 199’u bulmuştu. 1 Ağustos’ta ise sabah saatlerinde 321 iken akşam saatlerinde 334 ile tarihi rekor kırdı.
Aynı göstergenin Yunanistan için 317 olduğunu belirtmek işin vahametini anlatmak için yerinde olacaktır. Temmuz sonu ülke CDS’leri yükselen ülkelerden Brezilya için 214, Rusya için ise 132. Yüksek CDS ancak daha yüksek faizle para bulabilmek demek.
Yeniden hatırlatmakta yarar var: Türkiye’nin önümüzdeki 12 ayda bulması gereken dış kaynak 230 milyar dolar dolayında. Bunun 180 milyar doları vadesi gelen dış borçları çevirmek, 50 milyar doları da cari açığı finanse etmek için gerekli. Bütün mesele bu para hangi faizlerle hangi kaynaklardan bulunacak? İşte tam bu sıkışmışlık içinde olan AKP rejiminin bunalımına bir de ABD ile yaşanan yüksek geriliminin yükü eklendi.
Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı Mike Pence Washington’daki Uluslararası Din Özgürlüğü Konferansı’nda yaptığı açıklamada tutukluluğu ev hapsine çevrilen Papaz Andrew Brunson‘un derhal serbest bırakılmaması halinde Türkiye’ye ciddi yaptırımlar uygulayacaklarını söylemişti.
Konferanstaki sözlerini Twitter üzerinden attığı mesajlarla da tekrar eden Pence, “ABD Başkanı adına Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türk hükümetine bir mesajım var: Pastör Brunson’u şimdi serbest bırakın ya da sonuçlarıyla yüzleşmeye hazırlıklı olun” ifadesini kullanmıştı.
Gerilim Türkiye’nin risk priminin yükselmesinde etkili olurken “yaptırım” adı altında neler gelebileceği düşünülmeye başlandı ve 1 Ağustos akşamı adalet ve içişleri bakanlarına yaptırım kararı geldi.
ABD geriliminin karşılıklı restleşmelerle yarattığı tahribat ekonominin ateşinin yükselmesine yol açıyor. Bu da öncelikle dolar fiyatının tırmanmasına neden oluyor. Ne var ki dövizdeki tırmanış karşısında TL faizinin artırılmaması firmaları döviz ile faiz arasında sıkıştırıyor. Hem kredi borçlusu firmalar hem de kredisini geri toplamada zorlanan banka sistemi ciddi basınç altında.
Daha şimdiden Türkiye banka sistemi kredi derecelendirme kuruluşlarının göz hapsinde. Bunlardan Fitch 30 Temmuz’da Türk bankalarının yüksek risklerinin kredi profillerini tehdit etmeye devam ettiğini belirtti. Fitch TL’nin değer kaybetmesi, yüksek faiz oranları ve yavaşlayan ekonomik büyümenin bankaların varlık kalitesi, performansı, fonlama ve likiditesi için ciddi riskler oluşturduğunu ifade etti. Bu yıl sektör performansının bozulmasını beklediklerini ve çoğu bankanın kredi notunun hala negatif görünümlü veya negatif izlenmede olmasını öngördüklerini vurgulayan Fitch, 20 Temmuz’da da Türk bankalarının kredi notunu indirmişti. Bankaların bazılarının not görünümü hâlen “negatif”te tutuluyor.
Fitch, Moody’s, S&P gibi kuruluşların hem ülke hem de banka, firma notlarında gittikleri indirimler, yaptıkları uyarılar, dış kaynak teminini iyice güçleştirerek Türkiye’yi adım adım IMF’ye gitmeye zorluyor.
IMF’den kredi alıp IMF reçetesi uygulayan bir ülke olmaktan “IMF’ye borç veren” bir ülke haline geldiğini iddia eden AKP’nin, bu durumu kabullenmeye ve kamuoyunda bu duruma düşmüş görünmeye sonuna kadar direneceği bilinse de ağırlaşan şartlar kulvara girmeye zorluyor.