2020 İstanbul Olimpiyatları tuzağının farkında mıyız?
Geri sayım hızlandı. 7 Eylül’de karar verilecek. 2020 olimpiyatları için İstanbul, Madrit ve Tokyo ile…
İç tasarrufu yeterli olmayan ülkelerin dışarıdan sermaye kullanmaları, anlaşılır bir şey. Bunda bir anormallik yok. Dış sermaye, kendisine azami kârı sağlayacak biçimde ve buna uygun alana gelir; bu da anlaşılır bir şey. Bütün mesele dış kaynağı kullanacak ülkenin dış sermayeden azami yararı sağlama becerisi göstermesinde. Riski paylaşan, yatırıma, istihdama katkısı olan, teknoloji transfer eden, en önemlisi döviz kazandırtan dış kaynağı kullanmaktır, marifet. Türkiye benzeri birçok Asya ülkesi, giriş yapan yabancı kaynağı, daha çok doğrudan yabancı sermaye olarak kullandılar, yabancı kaynak ile sanayilerini geliştirdiler hem de ihracata dönük büyüttüler, bu sayede cari açıklarını azaltan, hatta cari fazla veren ülke durumuna geldiler. Ya Türkiye? AKP rejimi döneminde, gelsin de, ne biçimde, nereye isterse, oraya gelsin, anlayışı hakim kılındı. Yabancılara, Telekom,Tekel, Petkim gibi devlet tekellerini, bankaları satarak sermaye girişi sağlandı. Yabancı sermaye, spekülatif kârlar için borsaya ve dışarıya göre faizi cazip devlet kağıtlarına geldi. Özel firmalara döviz kredisi olarak aktı. Böylece, dış kaynağın yaklaşık yüzde 30’u doğrudan yabancı sermaye yatırımı biçiminde gelirken yüzde 70’i “borç yaratan sermaye” olarak giriş yaptı.
REEL SEKTÖRÜN RİSKİ
AKP rejiminin 10 yılının sonunda düşülen batağa göz atalım. Reel sektör firmalarının, abartılı biçimde hem banka sisteminden, hem dış finans kuruluşlarından döviz kredisi ve/veya dövize endeksli kredi kullanımları öyle boyutlara vardı ki; dudak uçuklatıcı!.
Kaynak: TCMB veri tabanı
2003 sonunda reel sektörün dış borç yükümlülükleri henüz 50 milyar doları bulmamıştı ve dışarıda da mevduat, yatırım vb. şeklinde 30 milyar dolar varlıkları vardı. Yani, açıkları 18,5 milyar dolardan ibaretti. Varlıkları, borçlarının yüzde 61’ini karşılayacak durumdaydı. İzleyen yıllarda, dövizde dalgalanma görmeyince, borçlanmayı sürdürdüler. 2008’e gelindiğinde şirketlerin toplam dış yükümlülükleri 153 milyar dolara çıkmıştı. Bu, 5 yılda yüzde 212 artış demekti. Varlıkların borçları karşılama oranı ise yüzde 52’ye düştü. 2012’nin sonu itibariyle şirketlerin dış yükümlülükleri 227 milyar dolara yaklaştı ve varlıklarıyla bunları karşılama güçleri yüzde 39’un altına indi. Bu oranı, IMF gibi kuruluşlar “çok riskli” buluyorlar.
NEREDE KULLANILDI?
Reel sektör altına girdiği bunca borcu nerede kullandı? Bazıları, aldıkları kredilerle özelleştirmeden KİT, kamu varlığı satın aldılar. Ayrıca, yeni yatırımlar için, ithalatlarını finanse etmek için de kullandılar. Ne yazık ki, ihracata dönük sanayiden çok, inşaat-gayrimenkul, iletişim, perakende gibi döviz kazandıran değil, döviz harcatan sektörlere , iç pazara dönük, ithalata aşırı bağımlı, dolayısıyla cari açığı tehlikeli biçimde büyüten yönelişlerdi bunlar…
Yabancı kaynağı çekmek için döviz kurunun düşük tutulması, şirketleri dövizle ya da dövize endeksli borçlanmada cesaretlendirdi. Öyle bir yere gelindi ki, iktidarın nasılsa kur şoklarına izin vermeyeceğine güvenip daha gözü kara borçlandılar. AKP rejiminin politikalarına uyumlu dümen tutan Merkez Bankası, bugünkü haliyle yüzde 30’a yakın aşırı değerlenmiş döviz kurunu korumaya çalışıyor. Sermaye girişlerini de olası kur şoklarına, yangınlarına karşı “su tankı”nı takviyede kullanıyor, rezervleri tahkim ediyor.
Bu gelinen yer, “düşük kur”a teslimiyet noktasıdır. Düşük kur, borç çarkını çevirebilmenin, içeride fiyat istikrarını sağlamanın, dolayısıyla dış kaynak akışında devamlılığı sağlamanın şartı durumuna gelirken Türkiye’nin döviz kazanma kapasitesini köreltiyor, ithalatı kamçılayıp üretim dinamiklerini kurutuyor. Bu büyük beceriksizlik ve vizyonsuzluk, Türkiye’nin yakın geleceğini de ipotek altına almış durumda.Vahim olan da budur.