Yüzde 1’lik Sosyal Devlet…
Mustafa Sönmez06.02.2010, CumartesiTütün işçilerinin talepleri ile ilgili Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın itirazlarını aklınıza getirin. Merhamet…
Tarih: 20 Şubat 2017. Yer: Merkez Bankası. Hummalı bir çalıştay yapılıyor. Konu: Reel sektörün döviz borcu ve kur riski. Toplantı banka içi, özel bir çalışma. O nedenle hazırlanan dokümanlara dışarıdan, örneğin TCMB’nin web sitesinden ulaşmak mümkün değil. Çalıştay için hazırlanan hizmet içi dokümanın ilk sayfasında “Reel sektör firmalarının kur riskinin önemli boyutta olduğu ve bu riske karşı doğal ve finansal korunmanın sınırlı kaldığı görülmektedir” deniliyor. Dokümanın ilk saptaması, reel sektörün borç yükünün 347 milyar doları bulduğu şeklinde. Bu, Türkiye milli gelirinin yüzde 50’si dolayında bir yük,
Türkiye’de firmaların öz kaynaklarının sınırlı olduğu ve işlerini ağırlıkla iç ve dış kredi ile döndürdükleri yapısal bir gerçek. Merkez Bankası, reel sektör firmalarının borç yükünün yüzde 60’ının, yani 208 milyar dolarının döviz kredisi olduğuna parmak basarak hayati bir sorunun altını çizmiş oluyor. Çünkü bu döviz yükü, hızla artan dolar fiyatı karşısında firmalara ağır kur zararları yüklüyor.
Daha da çarpıcı olan, bu 208 milyar dolarlık net döviz borcu yükünün 2009 sonrası ağırlaşması. 2009’da ancak 70 milyar dolar olan döviz açığının yedi-sekiz yılda 208 milyar dolara ulaşarak yüzde 197 artması oldukça çarpıcı. Uyarılar neden firmalar böyle bir risk üstlenirken yapılmamış bilinmez.
Merkez Bankası, döviz kredisi kullanan firmaların sektörel dağılımına da dikkat çekiyor ve borçların ancak yüzde 26’sının ihracat, dolayısıyla döviz kazanma kapasitesi olan imalat sanayisine ait olduğunu belirtiyor. Buna karşılık, imalat sanayisinin hızla yerini almaya başlayan inşaat ve onu tamamlayan emlak alım-satımı sektörü firmalarının döviz borcu yükündeki payları yüzde 20’yi bulmuş durumda. İnşaat-emlak, herkesin bildiği gibi, döviz kazanma kapasiteleri oldukça sınırlı sektörler; artan ölçüde ithal girdi, iş aracı, malzeme kullanarak döviz harcamalarına karşılık, dışarıya gayrimenkul satışları yılda 2-3 milyar dolarda kalan, dolayısıyla cari açığa enerji ile birlikte en çok yük bindiren sektörler.
AKP’nin inşaat odaklı bir büyümeyi özellikle benimsediği sır değil. En sıradan ziyaretçiler bile İstanbul odaklı bir inşaat furyasının ekonomiye lokomotif yapıldığını görür. İstanbul estetiğini, tarihi ve kültürel dokusunu darbeden betonlaşma, her tür yatay-dikey konut inşaatından ofis gökdelenlerine ve yol, tünel, köprü, alt geçit, üst geçit vb. biçimindeki kentsel altyapıya kadar uzadıkça uzadı.
Şantiyeleşen sadece İstanbul değil. Devamında Ankara, İzmir ve öteki büyük kentlerin tümünde inşaat furyası alıp yürüdü. Kısa adı TOKİ olan kamu kuruluşu Toplu Konut İdaresi’nin kamu arsalarını bu furyaya aktif olarak sürmesiyle hız alan inşaat odaklı büyüme, dışarıdan yapılan borçlanmaların ve iç kredilerin önemli bir kısmının müteahhitlere verilmesi ve tüketiciye de “konut kredisi” olarak kullandırılmasıyla hızlandı.
Öyle ki, Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre 2016 sonunda toplam banka kredilerinin yüzde 10’unun konut kredisi için ayrıldığı anlaşılıyor. İnşaat firmaları, banka kredilerinin yüzde 12’sine yakınını kullanmış görünüyor. Böylece tüketici ve üreticinin inşaata dair kullandığı kredinin yüzde 22’ye yaklaştığı ve aynı yıl imalat sanayinin kullandığı yüzde 19’luk krediyi iki puan geçtiği görülebiliyor. Ne var ki sanayi, Türkiye’nin ihracat dövizlerinin tamamına yakınını kazandırırken yükselen inşaat, döviz harcayıcı ve ülkenin zaman zaman milli gelirinin yüzde 5-6’sını bulan döviz açığının, yani cari açığının en önemli nedenlerinden biri haline geldi. Böyle olduğu bilindiği halde inşaat AKP rejiminin lokomotif sektörü olarak korundu ve imalat sanayisini ülke milli gelire katkıda yakaladı.
Yeni seri milli gelir verileri, inşaat-emlak sektörünün, ekonominin omurgası sayılan imalat sanayisini milli gelire katkıda yakalamak üzere olduğunu gösteriyor. 2003’te imalat sanayisinin milli gelirdeki payı yüzde 17,1 iken 2015 sonunda yüzde 16,7 olarak ölçülmüş. Yani imalat sanayisi milli gelirde payını artıramadığı gibi koruyamamış, yarım puan geri düşmüş neredeyse. Buna karşılık, ülke milli gelirinde 2003’te yüzde 12,5 payı olan inşaat-emlak sektörünün 2015 sonunda payının yüzde 15,8’e yaklaştığını ve AKP döneminde payını 3,3 puan artırdığını, imalat sanayisine neredeyse yetiştiğini görüyoruz.
Milli gelirdeki payını artırmasına karşın iç pazara dönük bir sektör olan inşaat, döviz kazandırma ölçütünden bakıldığında, bugün Türkiye ekonomisini darboğaza sokan bir sektör kimliğinde. Özellikle İstanbul rantının parlatılmasıyla kaynakları sanayiden kendisine çeken, hem de İstanbul odaklı olarak bölgesel eşitsizlikleri büyüten inşaat, yeni yönelimleri ile daha büyük döviz sorunları yaratmış ve AKP rejimini de çukura çekmiş görünüyor.
Konut üretiminin yanında, adına “mega projeler” denilen ve yerli-yabancı firma konsorsiyumlarıyla “yap-işlet-devlet” modeliyle Kamu-Özel iş birliği projeleri şeklinde dizayn edilen yatırımlar da inşaat faaliyetlerini hızlandırdı. Hazine’den belli ciro garantileri, dış finansman güvenceleri alarak inşa edilen havaalanı, köprü, otoyol, alt geçit, şehir hastane kampüslerinin hepsi, AKP’nin inşaat odaklı büyüme hevesine ivme kazandırırken döviz üreten değil, harcayan yapılarıyla ekonomiyi çukura çeken ihtiraslı yatırımlar olarak görülüyorlar. Merkez Bankası, en büyük döviz açığı olanların özellikle bu projelerin tarafı olan firmalar olduğuna sık sık parmak basıyor.
AKP’nin inşaat tercihinde, dış ve iç ekonomik iklimin yıllarca olumlu gidişi, dış sermaye girişi ve doların düşük seyri etkili oldu elbette. AKP bu seçimle, etkili şantiyeler ve vasıflı-vasıfsız iş gücüne iş yaratmakla ve tüketicinin konut kredisine erişimini kolaylaştırmakla seçmenden puan topladı; partinin oylarını katlamasında bu tercih etkili oldu. Dahası, kendi burjuvazisini yaratma derdi olan AKP bu seçimle, inşaat kökenli bir organik burjuvaziyi de bir ölçüde yaratmayı başardı. İnşaat sektörünün tercihinin bir nedeni de hem yerel hem merkezi kararların üretim sürecinde belirleyici olması. AKP’nin imar izinleri, yapı ruhsatları, arsa tahsisleri, ihalede firma seçimi gibi kararlar üzerindeki kontrolüyle, hedeflerine ulaşmada inşaatı bilinçli bir kaldıraç olarak kullandığı söyleyebilir.
2000’li yılların Türkiye’sinde Batı kapitalizmiyle hızlı bütünleşme ile artan kentleşme, beraberinde göç ve büyük bir konut açığı, kent altyapı açığı yaratmış, inşaat sektörüne önemli bir alan açmıştı. Kentlerdeki yapı stokunun eski, çürük ve yenilenme ihtiyacı içinde olduğu bir gerçekti. Ancak döviz bağımlılığı olan bir ülkede, döviz kazandırmayan inşaat sektörüne eldeki sınırlı kaynakları hızla odaklarken döviz kazandırabilecek ihracat yetenekli sanayiyi ihmal etmek, AKP’nin en büyük yanlışı oldu. Bu adım, politik hedefleri ön planda tutarak, bilerek atıldı. Bu seçim, bir süre için hedeflerine ulaştı da. Ama sonunda Türkiye’yi önemli bir döviz darboğazına, borç yükü altına sokan bir bedel de ortaya çıktı. AKP, şimdi bu tercihin düşürdüğü çukurda patinaj yapar halde. Ortaya çıkan faturalar, çıkacakların sadece bir kısmı.