Destocking intensifies amid housing balloon fears
Mustafa Sönmez Hürriyet Daily News, June/ 01 /2015 Data released one day apart last week…
Dünyada ve Türkiye’de kısaca “68 süreci” olarak bilinen dönemin, dönem içinde yer alan mücadelelerin, onun aktörlerinin anlaşılması açısından, dönemin ekonomi politik arka planı önemlidir. 68 süreci, dünya kapitalizminin hangi aşamasında boy gösterdi, Türkiye kapitalizmi nasıl bir geçiş döneminde iken 68 olayları ve aktörleri boy gösterdi? Bunu anlayabilmek için dünya tarihinin önemli bir kırılma noktasına, 2. Dünya savaşını takip eden düzleme gidip oradan Türkiye’nin uluslararası işbölümünde aldığı rolü ve bu rolün icrasında toplumda yaşanan tüm alt üst oluşları izlemek gerekecektir. Ancak bu sayede, kır-kent arası göç hareketlerini, oluşan yeni sınıf profillerini ve ortaya çıkan mücadele düzlemini anlamak mümkün olacaktır.
Kapitalizmin, emperyalist merkezlerin denetiminde, yukarıdan aşağıya geliştirildiği, uluslararası yeni işbölümü uyarınca tüketim mallan üreten sanayilerin yoğunlukla kurulduğu bu dönemde, özel sermaye ekonomik süreç üzerinde dolaysız denetimini sürekli artırdı.
Dönemin başlarında izlenen serbest dış ticaret politikası kısa zamanda, yeni bir ödemeler dengesi bunalımı yaratmıştır. Bu bunalımın dayatmasıyla yeniden , bu kez 1929’dan farklı koşullarda, korumacı dış ticaret politikası etkin kılınmış, ardından da ithali kısıtlanan/yasaklanan tüketim mallan yerli-yabancı firmalarca üretilerek, ithal ikameci sanayileşmenin “Kolay” aşaması büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir. Emperyalist tekellerin borçlandırma, ticaret ve üretken alanlara yatırım politikalarıyla uyum içinde gelişen ithal ikameci sanayileşme, sonuçta ara ve yatırım malları açısından dışa bağımlı, çok uluslu tekellerden sağlanan patent , lisans, know- how’lann kayıtlamalarına maruz, emperyalist kuruluşlardan sağlanan proje-program kredilerinin ve yabancı sermayeli firmalann yönlendirdiği dışa bağımlı bir yapı ortaya çıkarmıştır.
Bu çarpık sanayileşmenin ana özellikleri; iç pazara yönelik, ihracata kapalı; korumacı dış ticaretin himayesiyle tekelci nitelikte ve dış borçla yeniden üretimini sağlıyor olmasıdır.
Ana özellikleri 1960’lı yıllarda daha çok belirginleşecek olan bu süreç, varlığını 19701i yılların sonuna kadar sürdürmüştür. Bu yapının ortaya çıkardığı darboğazlar her geçen yıl daha da daralmış, özellikle dış borç gereksinimi çığ gibi büyümüş, başvurulan IMF, Dünya Bankası, OECD gibi kuruluşlar ise iyice kanıksanmış istikrar tedbirlerini dayatıp uygulatmışlardır. Böylece ekonomi, “Döviz darboğazı IMF v.b. kuruluşlara başvuru, istikrar tedbirleri , dış borç, döviz darboğazı” biçiminde formüle edilebilecek bir döngünün içinde her yıl biraz daha dışa bağımlılığın girdabına girmiş, izlenen ithal ikameci sanayileşme stratejisi de 1970’lerin sonunda tıkanma noktasına gelmiş, yerini 1980’lerden başlayarak neoliberal birikim sürecine terk etmiştir.
1929 Dünya Buhranı, sonrasında her ülke korumacı önlemlerle içine kapanmış, otarşik büyüme modelleri yaygınlaşmış, dünya ticaret hacmi daralmış, dış ticaret ikili anlaşmalar ve kliring sistemiyle yönetilmeye başlanmıştı. II. Dünya Savaşı sonrasında ise özellikle ABD’de sermaye birikiminin varmış olduğu düzey, yukarıda özetlenen biçimdeki kapalı yapılar sisteminin yıkılmasını, sermayenin uluslararası ölçekte kendisini yeniden üretmesini engelleyen öğelerin kaldırılmasını gerektiriyordu.
Sistemin hegemonik gücü ABD, uzun vadeli çıkarlarını da hesaba katarak bir yandan savaş enkazı altındaki Avrupa ekonomisini canlandırıcı, bir taraftan da uluslararası yeni işbölümü bağlamında “Azgelişmiş” ülkelerde kapitalizmi yukarıdan aşağıya geliştirici politikalar saptamıştır.
Savaş sonrasının uluslararası işbölümü, sermaye yoğun tekniklerle çalışan, emek gücü verimliliği yüksek sanayi dallarının metropollerde; emek yoğun tekniklerle çalışan, emek-gücü verimliliği düşük sanayi dallarının ise süreç içinde çevre ülkelere kaydırılmasını öngörmekteydi. Böylece, belli bir süreç içinde çevre ülkelerde geliştirilecek sanayilerin kullanacakları makine teçhizat, ara malı, metropollerdeki sanayilerden karşılanacak; bağımlı ülkelere yapılan sermaye ihracı sadece kredilerle değil, yabancı sermaye yatırımlarıyla da sanayi sektöründe yoğunlaşacaktı.
Belirlenen bu stratejiyi uygulayacak uluslararası kurumların oluşturulmasının ilk adımı 1944’de 44 ülkenin katılımıyla toplanan Bretton Woods Konferansı’nda atılmıştır. Konferansta savaş sonrası ekonomik düzenin iki temel kurumu IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması önerilmiştir. ABD tekelci sermayesi bu kurumların uluslararası kredi sorunlarında uzmanlaşacağını vurgulayarak uluslararası ticaret hacmini genişletecek kurumlara da gereksinim olduğunu belirtmiştir.
Türkiye, bu yıllarda Bretton Woods anlaşmasını kabul ederek savaş sonrasında uluslararası kapitalist sistem içinde yeralacağının ilk sinyalini vermiştir. Öte yandan, 12 Mart 1947’de Truman, Kongreye sunduğu mesajla soğuk savaşı ilan etmiş, 1948 yılına kadar Kongre’nin Türkiye ile Yunanistan’a 400 milyon dolarlık ödenek ayırmasını ve devletlerin isteğine bağlı olarak her ikisine de sivil ve askeri personel göndermek, bu ülkelerin personelini yetiştirmek üzere yetki verilmesini istemiştir.
IMF ve Dünya Bankası’ndan sonra emperyalizmin uluslararası ekonomik örgütlenmeleri, Marshall Planı ve onun aracı olarak Avrupa Ekonomik İşbirliği Komisyonu (OEEC)’nun kuruluşuyla sürmüştür. Askeri alandaki örgütlenme ise Kuzey Atlantik Paktı (NATO) adı altında oluşturulmuştur.
ABD Dışişleri Bakanı Marshall’ın, Avrupa’nın ekonomik canlanmasına desteğin ABD’nin çıkanlarına uygun olduğunu belirten konuşmasıyla açıklanan Marshall Planı uyarınca, 16 Avrupa ülkesinin katılımıyla 22 Eylül 1947’de OEEC kurulmuştur. Türkiye Marshall Planı’ndan yararlanmak için yoğun çabalar sürdürmüşse de planda sınırlı bir yer kapabilmiştir. Türkiye’nin ABD’den kredi talepleri karşısında aldığı öneri. IMF ve Dünya Bankasına başvurması gerektiği biçimindedir. Türkiye’nin emperyalist kurumlara katılımının bir sonraki halkası ise NATO üyeliği olmuştur.
Böylece Türkiye, savaş öncesinin dış politikasında görece tarafsız, ekonomik ilişkilerinde de sağladığı göreli özerklik olanağından yararlanmaya çalışan ülkesi olmaktan çıkıp emperyalist-kapitalist sistem içinde belirlenmiş bir yeri kesin olarak alan, bu nedenle de sistemin merkezilerinin saptadığı uluslararası işbölümünün koşullarına uyan bir ülke durumuna gelmiştir.
Türkiye’nin 1945’den sonra izleyeceği ekonomik ve siyasi politikaları belirleyecek plan ve programlarda artık sık sık uluslararası kuruluşların, emperyalist merkezlerin emrindeki uzmanların raporları, “önerileri” ağırlığını hissettirecektir
Söz konusu plan, program ve raporlarda savunulan görüşlerin ortak özelliklerinden birisi, belli ölçüde sermaye. birikimine ulaşmış özel kesimin sanayi yatırımlarına yöneliş eğilimlerinin desteklenmesi, devletin altyapı yatırımları, ucuz girdi üretecek sanayilerde yoğunlaşması; diğeri ise yabancı sermayeyi teşvik edici önlemlerin alınmasıdır . Böylece emperyalizmin uluslararası işbölümünde Türkiye’ye ilişkin niyetleri, içerdeki egemen sınıflar ve politik temsilcilerince de onay ve destek görmekte, bu karşılıklı talep ve onay ilişkisi içinde süreç ilerlemektedir.
“Yeni Düzen”e uyum
Türkiye’nin dünya ekonomisi içindeki işlevini yerine getirebilmesi için ilk elde yapılanlar arasında, Dünya Bankası ve çok uluslu bankalardan (ağırlıkla Eximbank) alınan kredilerle altyapı yatırımlarının geliştirilmesi yer almaktadır. Meta dolaşımını hızlandırıp geliştirecek. meta üretiminde maliyetleri düşürecek, iç pazarı genişletecek ulaştırma, haberleşme, enerji, sulama yatırımları bu dönemde hızla artmıştır, özellikle ulaştırma ve enerji politikalarının her yıl daha fazla petrol talep eder biçimde oluşturulması Türkiye kapitalizmini sonraki yıllarda artan petrol fiyatlarıyla birlikte, darboğazlara sokacaktır. Öte yandan, tarımda modern girdi kullanımını teşvik eden ve böylece ekilebilir toprakları son sınırına kadar kullandırmayı amaçlayan projelerin uygulanması da bu döneme rastlar .
Kapitalistleşme yönünde atılan bir diğer önemli adım da Dünya Bankası’nın girişimiyle, 1954’de Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB)’nın kurulmasıdır. Bankanın kuruluş amaçlarından başlıcaları şöyle sıralanmaktadır:
“A: Türkiye’deki yeni özel firmaların kurulmasını, var olanların da gelişmesi ve modernleşmesini desteklemek ve teşvik etmek,
B: Hem yerli hem yabancı firmaların Türkiye’de kurulan sanayilere katılımına yardım etmek, özendirmek,
C : Sermaye piyasasının kurulmasına katkıda bulunmak”.
Devlet sektörünce üstlenilen altyapı ve sanayi yatırımları için proje-program kredileri, yerli-yabancı özel sermayece girişilecek sanayi yatırımları için ağırlıkla Dünya Bankası’nın TSKB’ye aktardığı krediler, emperyalizmin sermaye ihracının iki önemli kanalı olmuştur. Bu alandaki bir diğer önemli kanal da 1954’de çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile Petrol Kanunu’dur. Yabancı uzmanlarca hazırlanan ve tekellere elverişli olanaklar sağlayan bu yasalarla da sermaye ihracı ağırlıkla özel sınai yatırımları biçiminde somutlaşmıştır .
Buraya kadar, II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası kapitalizmin karşı karşıya bulunduğu sorunları, bu sorunları aşmak üzere geliştirdiği stratejileri, politikaları ve bunları uygulamak için oluşturduğu uluslararası kurumlan tanımlayıp Türkiye’nin bu yapıya eklemlenişini, kurumlann Türkiye’deki biçimlenişini özetlemiş olduk. Bu çerçeve içerisinde, Türkiye’nin 1960’lara kadar dış ticaret politikası ve buna bağlı olarak sanayileşme politikası nasıl biçimlendi ve uygulandı, buna bakalım.
Türkiye, uyguladığı savaş ekonomisi politikasının sonucunda -dış konjonktürün de Türkiye lehine seyretmesiyle- savaş sonrası yıllara önemli miktarda altın ve döviz rezerviyle girmiştir. Ancak, emperyalist güçlerin de yönlendirmesiyle, 1946-1953 yıllan arasında liberalleştirilen dış ticaret, bu rezervin tükenmesine ve 1953 yılı sonunda önemli bir ödemeler dengesi bunalımına girilmesine yol açmıştır. Oldukça farklı özellikleri olmakla birlikte, 1929 yılında yaşanan ödemeler dengesi bunalımı sonucu alınan korumacı dış ticaret önlemleri ve ardından oluşan ithal ikameci sanayileşme süreci, bu dönemde de söz konusu olmuştur. Ancak, önemle vurgulamak gerekir ki, 1930’larda izlenen dış ticaret politikasını ortaya çıkaran nedenler ve izlenen ithal ikameci sanayileşme stratejisi, 1950’lerdekiyle yüzeyde benzerlik gösterse de özde çok büyük farklılıklara sahiptir.
1952 yılı sonuna doğru ödemeler dengesi bunalımı başgösterdi. 1946 Sonbaharı’nda Türkiye’nin dış ticaret politikasında “liberalleşme” doğrultusunda önemli değişiklikler yapılmıştı. Örneğin, yapılan devalüasyon sonrası, 1 doların fiyatı 131 kuruştan 280 kuruşa çıkmış, bunun yanı sıra ithalat kısıtlamaları gevşetilmiş, özellikle serbest dövizle ithal edilecek malların listesi genişletilmiş, listeye giren malların sipariş ve ithalinde kontenjan uygulaması, kaldırılmıştır. 1946’da devalüasyon kararı alınmasını dönemin Başkanı Recep Peker Cumhuriyetin 23. yıldönümü kutlama şenliklerini açış nutkunda (28 Ekim 1946) şöyle açıklamıştı:
“Bir taraftan takas ve kliring sistemi ile dış ticaret tecrübesinin verdiği netice memnun edici değildi, üte yandan dış müşteriler mallarımızın pahalılığından ve primli para sisteminden şikayetçi ve alımda nazlı idiler. İçerdeki müstahsil yurttaşlarımız da çok emekle ve masrafla elde ettikleri mahsulün sağladığı az gelirden haklı olarak hiç memnun değillerdi. Yapacağımız operasyonun faydasını müstahsile irca için ihracat mevsiminden önce karara varmalı idik, öte yandan da para ayarlamalarını mecburi kılan Bretton Woods’a katılmayı milli menfaatlerimiz bakımından lüzumlu gördük. Aksi halde dünya ticareti bakımından yavaş yavaş mefluç ve tecrid edilmiş bir hale düşebilirdik. Başka bir deyişle, Bretton Woods anlaşması ile milletlerarası para sandığına iştirakimiz ve döviz fiyatını artırmamız sayesinde ihracatımızın inkişafı, dışarı satılacak milli mahsuller değerinin artmasını ve bu yoldan tüccarımızın ve müstahsilimizin yüzünün gülmesini temin edecektir”.
Hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun, 1946 devalüasyonuyla, ülke içinde üretilen ürünler dış ülkelere daha ucuz fiyata satılmışlardır. Ancak, gerek devalüasyon kararının ihracat mevsiminden sonra alınmış olması, gerekse İhracata konu malların- arzı elastik olmayan tarım ürünlerinden oluşması, devalüasyonun etkisini sınırlı tutmuştur.
Devalüasyonla birlikte ithal mallarının fiyatı yükselmiş olmasına karşın yoğun bir ithal talebi belirmiştir. Bu talep patlamasında, 1929-1945 yılları boyunca uygulanmış ithalatı kısıtlayıcı politikaların gevşetilmesinin etkisi büyüktür.
İhracatta artış olmamasına karşılık, ithalattaki hızlı tırmanışla (1938 yılı dışında) 1930’dan beri fazla veren dış ticaret dengesi 1947’de 21 milyon dolar, 1948’de 78 milyon dolar, 1949’da 42 milyon dolar açık vermiştir.
1950’de Demokrat Parti(DP)’nin iktidar oluşuyla birlikte iyice serbestleştirilen dış ticaret politikası ithalatı daha da artırmıştır. DP Hükümeti OECD Konseyi’nin ithalatta % 60 liberasyon önerisine uyarak ithalat listelerine “liberasyon” listesini eklemiştir. Sabit kur sistemiyle birlikte işleyen liberasyonun doğal sonucu ithalatın artması olmuştur. Buna karşılık ihracatın aynı hızla artmaması, dış ticaret açığınını, cari açığın büyümesine ve döviz rezervlerinin kısa zamanda tükenmesine yol açmıştır.
1950-1952 arasında ithalat % 100, ihracat ise % 37 artmıştır. Böylece, 1952’de dış ticaret açığı aynı yılın ihracat gelirlerinin % 50’sini aşmış, yoğun bir ödemeler dengesi bunalımına girilmiştir .
Bu durumda 1952 Sonbaharından itibaren 1947’den beri uygulanan liberal nitelikli dış ticaret politikası terkedilip korumacı nitelikte bir politika benimsenmiştir. Bu doğrultuda 1952 Sonbaharından başlayarak liberasyon önce daraltılmış, 1955’de de durdurulmuştur.
1953 -1960 döneminde izlenen sanayileşme çizgisinin 1952 sonlarından itibaren uygulanan korumacı dış ticaret politikasından etkilendiğini söyleyebiliriz. Yeni ithalat rejimiyle ithali kısıtlanan mallar, o zamana kadar bu malları ithal eden tüccarların Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’yla gelen yabancı firmalarla bütünleşerek kurdukları montajcı nitelikteki fabrikalarda üretilmeye başlanmıştır. Böylece, bu dönemde ağırlıkla tüketim malları sanayiinde yoğunlaşan yatırımlarla ithal ikameci sanayileşmenin “kolay” aşaması büyük ölçüde tamamlanmıştır .
Dönemin iç ve dış koşullarının biçimlendirdiği bu ithal ikameci sanayileşmenin niteliksel ve niceliksel boyutlarını şöyle özetlemek mümkündür: 1950 sonrasında sanayi üretimi tarımsal üretimden daha hızlı artmış ve 1950’de GSMH içinde yaklaşık % 12 olan payı 1960’da % 14,3’e, 1962’de % 15,3’e çıkmıştır. Bu dönemde toplam olarak sanayinin (madencilik, imalat sanayii, elektrik-gaz- su) GSMH içindeki payında bir artış görülmekteyse de imalat sanayiinin toplam sanayi içindeki payı (% 81) değişmemiştir.
Bu dönem içinde imalat sanayiinin yapısında üçlü bir değişim gözlemlenmektedir. Bunlardan birincisi, imalat sanayii içinde devlet sektörünün payının azalıp özel sektörün payının artması; İkincisi, imalat sanayiinde özel kesimin tüketim mallan sanayimden —dönem sonuna doğru— yatırım mallan (daha doğrusu dayanıklı tüketim mallan) sanayiine doğru yönelmesi, ûçüncüsü ise tekelleşmede önemli yollar kat edilmesidir .
1950-1963 döneminde sayıları 66 olan KIT’lerin büyük işyeri sayısı içinde payı artmış ancak, istihdam, ücret, katma değer ve çıktı içindeki payı azalmıştır. Bu da imalat sanayiinin daha çok “özelleştiğini” göstermektedir. Bu dönemde kamunun tüketim ve yatırım mallan kesimindeki payı azalırken ara mallardaki payı artmıştır. Bu durumda, hızla büyüyen iç pazann kârlı kıldığı alanlar özel kesime bırakılırken kamu kesimi giderek artan ölçüde, niteliği gereği görece ileri teknoloji ve büyük ölçek gerektiren ve diğer sektörlere girdi sağlayan ara mallan üretiminde yoğunlaşmıştır.
Ödemeler dengesi bunalımının artmasıyla birlikte temel politika sınırlı döviz olanaklarını ithalatı zorunlu mallara -sermaye mallan, petrol, gübre v.b.-tahsis etmek, zorunlu görülmeyen malların -dayanıklı, dayanıksız tüketim mallan- ithalatını ise sınırlamak veya yasaklamak olmuştur. Böylece, bu yaklaşımla oluşturulan ithalat rejimi sektörler arasında seçici davranmış ve sonuçta ithalatı sınırlanan malların üretiminde yoğunlaşılmıştır.
Başlangıçta tüketim mallarında olan yoğunlaşma, bu ağırlığını korumakla birlikte 1960’lara doğru dayanıklı tüketim mallarına kaymaya başlamıştır. Bu gelişim kendisini, istihdam ve katma değer içinde tüketim mallarının payı azalırken ara ve yatırım mallarının payının artmasında göstermektedir. Sadece özel büyük işyerleri alındığında ise tüketim ve ara mallarının payı azalırken yatırım malları payının yaklaşık 4 katına çıktığı görülmektedir.
Tüketim mallarının ithalat içindeki payı 1950’de %21 iken 1953’de %25 olmuş, ithalat kısıtlamaları sonucu oluşan ithal ikameci sanayileşmenin etkisiyle bu kesimin payı 1958’de % 12’ye inmiştir. Buna karşılık makina-teçhizatın payı 1950’de % 34 iken 1953’de de yerini korumuş, 1958’de % 35’e çıkmıştır. Hammaddenin payı ise 1950’de % 33 iken 1953’te % 28’e düşmüş, ancak 1953’den sonra ithal kısıtlamalarıyla birlikte kurulan sanayinin talepleriyle 1955’de % 31’e, 1958’de de % 44’e çıkmıştır.
Böylece, 1950’lerden itibaren, ilk başlarda dokuma, tütün, gıda, dericilik, seramik sanayii gibi nisbeten basit teknoloji ile çalışan sektörlerde görülen gelişmeyi, 1950’li yılların ikinci yansında, bunların yanısıra, ağırlıkla yabancı sermayenin el attığı ve/veya lisans anlaşmalarının sağladığı teknoloji transferi yardımıyla ilaç, kimya, tarım araçları, otomotiv, elektrikli makina, ampul, elektronik gibi dayanıklı tüketim mallarındaki yoğunlaşma izlemiştir.
Bu dönemde imalat sanayiinde görülen önemli bir özellik de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması sürecinin hızlanması, yabancı firmalarla bütünleşmiş tekellerin ekonomide hakimiyetlerini kurmalarıdır.
1950-1963 döneminde ortalama özel “büyük” firma ölçeli % 63’lük bir artışla 40 kişiden 65 kişiye çıkmıştır . Bir başka anlatımla, sermayenin yoğunlaşması oldukça hızlı bir seyir izlemiştir. Bu olgunun bir diğer göstergesi ise 1964’de 500 ve daha fazla kişi çalıştıran özel kuruluşların özel “büyük” imalat sanayii yatırımları içindeki payının % 40’a, istihdamdaki payının % 30’a. katma değer içindeki payının % 34,5’e ulaşmasıdır.
1953’den sonra ortaya çıkan ithal ikameci sanayileşme. emperyalizmin borç ve yabancı sermaye yatırımları biçimindeki sermaye ihracı politikasının belirleyiciliğinde biçimlenmiştir. Emperyalizmin Türkiye’ye sermaye ihracı, ağırlıkla imalat sanayiinde ve bu sanayinin gelişiminin koşullarını hazırlayan enerji, ulaşım.. haberleşme v.b. gibi alanlarda yoğunlaşmıştır.
Türkiye’de ithalat kısıtlamalarıyla birlikte üretimine geçilen tüketim mallan sanayii, zaten uluslararası işbölümünde emperyalist merkezlerin Türkiye gibi ülkelere aktarmak istedikleri sanayilerdi. Bu anlamda, bu malların “mamul” biçimde ithalatının sınırlanması emperyalist tekeller için bir kayıp olmamıştır. Tersine “mamul” malın ithalinin kısıtlanmasına karşılık bu malın yerli üretimi için gerekli makina-teçhizat, girdinin ithalinin serbest bırakılması ve hatta gümrük muafiyeti sağlanması. bu koşullarla donatılmış ithal ikameci sanayileşmeyi yabancı tekeller için çekici kılmıştır. Her ne kadar miktar olarak yabancı sermaye girişi sınırlı düzeyde kalmışsa da önemli olan yabancı sermayenin gümrük, kota gibi uygulamalarla korunan iç pazarı hakimiyeti altına almasıdır.
1950’lere kadar ithalatçı, komisyoncu sıfatlarıyla çok uluslu tekellerin mamul mallarını Türkiye’de pazarlayanlar, 1950’lerden sonra ithalatı kısıtlanan malları bu kez mallarını sattıkları firmalarla bütünleşerek yurt içinde üretmeye başlamışlardır. Böylece gümrüklerle korunan iç pazarda birçok sektörde daha baştan tekelci özellikte işletmeler oluşmaya başlamıştır. Yabancı sermayeli şirketler bu biçimde iç pazarı kapattıktan sonra, metropol ülkedeki “ana firmaya ucuza satma/ana firmadan pahalıya alma” yoluyla değer transferinin tipik bir uygulamasını yürürlüğe koymuşlardır. Bu yapı, ana özelliklerini 1960’lı yıllardan sonra da sürdürmüştür.
1950’lerden sonra uygulanan ithal ikameci sanayileşmeyi biçimlendiren etkenlerden biri yabancı sermaye yatırımları, diğeri ise. ağırlıkla program ve proje kredisi biçiminde verilen dış borç mekanizması oldu. Program kredileri borçlu ülkenin ithalat gereksinmelerinin karşılanmasında kullanılmaktadır. Program kredisi veren kuruluş, çoğu kez. bu krediyle nereden ithalat yapılacağını da empoze edebilmekte, böylece program kredisi biçimindeki “sermaye ihracı mal ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelebilmektedir”.
Proje kredisi ise borç isteyen ülkedeki belli bir yatırımın dış finansman ihtiyacını karşılamak için verilmekte: kredinin koşulları arasında proje için gerekli makina-teçhizatın nereden alınacağına, bunların taşıma ve sigorta işlemlerinin hangi firma veya ülkece yapılacağına. projede kullanılacak teknik elemanın hangi hizmet firmasından sağlanacağına ilişkin bağlayıcı hükümler de yer alabilmektedir. Görüldüğü gibi, proje kredisi de hem ülkede kurulacak sanayinin niteliğini belirleyebilmekte hem de metropollerden mal ve hizmet ihracının önemli bir aracım oluşturmaktadır. Önemli miktarlara varan bu krediler hem ithalatın hem de yatırımların yönünü belirleyerek ortaya çıkan sanayileşmenin ana boyutlarını da etkileyebilmişlerdir.
1950’ler sonrası oluşan ithal ikameci sanayileşmenin bir özelliği de maliyetler, dolayısıyla iç pazar – ihracat ilişkisiyle bağlantılıdır. Korumacı dış ticaret politikası sektör ve birim gözetmeksizin toptan bir korumacılık yarattığı için her ölçekte işletme yaşama şansı bulmuştur. Büyük bölümü etkin verimlilikten uzak ölçekte kurulan bu işletmelerin ürettiği ürünler yüksek maliyet ve yüksek fiyatlı olmuştur. Dış rekabet kaygısının bulunmaması ve iç pazarın her üretileni emebilmesi özelliği, kalite ve uluslararası standartlarda mal üretimini de arka plana atmıştır. Sabit tutulan döviz kurlarının etkisiyle de iç pazar dışa göre daha çekici olmuş, böylece, üretip ihraç etmek değil, ithal edip üretmek ve içeride satmak kârlı hale gelmiştir.
Böylece, emperyalizmin güdümünde gelişen bu çarpık sanayileşme süreci 1958’e önemli sorunlarla girmiştir. Sabit kur politikasının da körüklediği döviz talebi ve enflasyon kısa zamanda “Tahtakale”gibi kendisini özellikle 1970’li yıllarda bütün ağırlığıyla hissettirecek “ikinci Merkez Bankası”nın doğmasına, kredili ithalatın yarattığı çift ödemelerin oluşmasına, katlı kur uygulamasına, kısa dönemli borçların kabarmasına ve ödenemez duruma gelmesine, ithalat güçlükleri nedeniyle üretim kapasitesinin düşmesine, sonunda IMF’ye gidilmesine yol açmıştır.
4 Ağustos 1958’de IMF’nin “önerileri” doğrultusunda yeni istikrar tedbirleri alınmış; yüksek bir devalüasyon sonrası doların değeri 2,8 TL’ den 9 liraya çıkmış, KIT ürünlerine çeşitli oranlarda zamlar yapılmıştır. Döviz sorununu hafifletmeye yönelik olarak da 600 milyon dolar tutarındaki dış borçlar ertelenmiş ve Türkiye’ye 350 milyon dolarlık kredi verilmesi karara bağlanmıştır .
Böylece, emperyalizmin sömürü ilişkilerine her yönüyle açık bir biçimde oluşan bu dönemin ithal ikameci sanayileşme çizgisi, artık borç buldukça yaşayabilen bir yapıya dönüşmüştür. Bu yıllardan sonra borçlar çığ gibi büyüyecek ve Türkiye hem ekonomik hem de siyasi yönden her türlü tavizi verme pahasına borç sağlama yoluna sık sık başvuracaktır.
Son olarak, bu dönemde işçi ücretleri ve memur maaşlarındaki gelişmeye bakmak uygun olacaktır. Dönem boyunca devletin her tür himaye ve teşvikinden yararlanan sermaye sınıfı önemli boyutlarda sermaye birikimine ulaşırken, işçi ücretleri, genel gelir artışının altında seyretmiş, memur maaşları ise hiç artmamıştır. 1950-1963 döneminde gerçek ücretler düşüş göstermiştir. Sosyal Sigortalar Kurumu istatistikleri 1951 yılındaki gerçek ücret düzeyinin 1938 ücret düzeyine oranla ancak % 1 artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. 1963 yılında ise gerçek ücretler 1938 ücret düzeyine göre ancak % 27 artabilmiş ama dönem enflasyonunun geriisinde kaldığı için gerçek anlamda gerilemiştir.
Devlet memurlarının ise 1948 yılından 1959 yılına kadar değişmeyen bir maaş karşılığı çalıştıkları gözlenmiştir. 1959 yılında maaş tutarında % 100 oranındaki artış ise 1958 istikrar tedbirleri sonucu ortaya çıkan enflasyon karşısında erimiş ve memurların geçim sorunu daha da büyümüştür .
Bu dönemde işçi ve memurların genel gelir artışının gerisinde kalmalarının en önemli nedeni, çalışanların ekonomik demokratik mücadele örgütlerinden ve yöntemlerinden yoksun oluşuyla da ilgilidir.
1960-1970 Dönemi: Büyümeden Krize
1960’lar sonrasında da dış ticaret ve sanayileşme politikasında 1950’lere göre niteliksel bir değişim söz konusu olmamıştır. 1950-1960 döneminde ödemeler dengesi bunalımı sonucu izlenen korumacı dış ticaret politikasının ardında oluşan ithal ikameci sanayileşme, planlı döneme girişle birlikte büyümeyi hızlandırmak amacı ile sistemli ve yoğun biçimde uygulanan bir politika olarak ele alınmış, dış ticaret politikası da bu amaca bağlı olarak biçimlenmiştir.
Birinci Beş Yıllık Plan’da yer alan “Planlı Kalkınmanın 15 Yıllık Hedefleri” bölümünde ithal ikameci stratejinin gerekliliği savunulmuş ve “Karşılaştırmalı üstünlükler kuramı” uygun bir sanayileşme ve dış ticaret politikası izlemenin hatalı olacağı vurgulanmıştır.
Burjuva iktisat teorisi, azgelişmiş ülkelerin sanayileşme ve dış ticaret politikaları arasındaki bağlantıyı “Karşılaştırmalı üstünlükler kuramı” çerçevesinde ele alır. Bu kurama göre, azgelişmiş ülke ekonomileri, birbirlerini tamamlayıcı yönde bir uzmanlaşmaya gitmeleri sonucunda hem kendi refahlarını hem de dünya refahını en yüksek düzeye çıkaracaklardır. Yine bu yaklaşıma göre, veri koşullarda, ülkelerin, katma değerin sektörel bileşimini ya da sektörel dağılımını zorlamaksızın en avantajlı olduğu ürünlerde uzmanlaşarak dışarıya karşı açık bir ekonomi haline gelmeleri gerekir.
Birinci planda ele alınan “Planlı Kalkınmanın 15 Yıllık Hedeflerinde, ise karşılaştırmalı üstünlükler kuramına uygun (dışa dönük) bir sanayileşmenin Türkiye için yeterli büyüme olanağı sağlamayacağı öne sürülerek kalkınma stratejisi ithal ikameci nitelikte (içe dönük), belirlenmiştir. Bu tercihten beklenenlerden birincisi, yurt içi yatırımların artırılarak sanayi sektörünün büyümesini sağlamak, ikincisi de dışa bağımlılığı azaltmaktır. Buna göre, ithalat kısıtlamaları yeni alanlarda, genellikle imalat sanayiinde yatırım olanaklarının doğmasına yol açacak. kaynakların yeni sanayilere kaymasıyla sanayi sektörü büyüyüp genişleyecektir, öte yandan ithal mallarının yurt içinde üretilmesiyle birlikte bu mallan dışarıdan ithal etme oranı azalacak, dolayısıyla dışa bağımlılık oranı da düşecektir.
Bu beklentilerle 1960’lı yıllardan itibaren uygulanmasına başlanan ithal ikameci sanayileşmenin en önemli özelliği. önceki dönemde olduğu gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerin borç ve yatırımlar biçimindeki sermaye ihracına açık olması ve giderek artan bir tarzda dış odakların yönlendiriciliğine girmesidir.
Büyüme Hızı,% | GSYİH (Milyon ABD Doları | |
1950 | 9,4 | 6.889 |
1951 | 12,8 | 8.274 |
1952 | 12,0 | 9.514 |
1953 | 11,2 | 11.090 |
1954 | -2,9 | 11.308 |
1955 | 8,1 | 13.584 |
1956 | 3,3 | 15.666 |
1957 | 7,9 | 20.826 |
1958 | 4,6 | 24.870 |
1959 | 4,6 | 31.030 |
1960 | 2,9 | 19.628 |
1961 | 1,7 | 10.902 |
1962 | 6,1 | 12.675 |
1963 | 9,4 | 14.702 |
1964 | 4,1 | 15.626 |
1965 | 2,6 | 16.812 |
1966 | 11,7 | 20.031 |
1967 | 4,5 | 22.236 |
1968 | 6,7 | 24.779 |
1969 | 4,1 | 27.691 |
1970 | 3,2 | 25.916 |
1971 | 5,6 | 23.182 |
Kaynak: TÜİK, CB-SBB
Planlı dönemde her yıl, oldukça iddialı büyüme hızı hedefleriyle başlamıştır. 1977 yılma kadar da yüksek büyüme hızlarına ulaşılmıştır. 1962-1977 döneminde GSYİH yıllık % 6,7 büyürken, tarım, sanayi ve hizmetler ise sırasıyla yıllık ortalama olarak % 3,3, % 10 ve % 7,8 büyüme hızları gerçekleştirmişlerdir. 1977 yılından sonra ise büyüme hızı hızla düşerek 1979’da GSYÎH % 1 olarak gerçekleşmiştir. 1977’ye kadar özellikle sanayi kesiminde yüksek büyüme oranlan gerçekleşmiş (1962-1977 döneminde % 10) 1977’den sonra ise hızlı bir düşüşle bu sektördeki büyüme 1979’da % -3’e gerilemiştir .
GSYİH’daki değişmelerin dinamiği olan sanayinin büyüme hızıyla ithalat olanakları arasında yakın bir ilgi vardır. 1970’e doğru, döviz darboğazı nedeniyle, gereksindiği ithal girdilerini sağlayamayan sanayinin büyüme hızı düşmüş, 1970’den sonra döviz rezervlerinin iyileşmesiyle büyüme hızlanmış, 1977’de tekrar daralan döviz ola- naklanyla büyüme hızı büyük düşüş göstermiştir.
Bu hızlanma ve düşme, sanayi üretiminin girdi yönünden, sanayi yatırımlarının da- diğer yatırımlar gibi -sermaye malları yönünden dışa bağlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Sanayi, döviz buldukça büyüyebilmekte; döviz olanağı daraldıkça büyümesi durmakta, hatta gerilemektedir.
Önüne koyduğu iddialı büyüme hızlarını gerçekleştirmek için gerekli kaynak birikimine ulaşamayan Türkiye kapitalizmi, öteden beri biriken sorunların had düzeye varmasıyla önce 1960’ların, sonra da 1970 lerin ikinci yansında yoğun bir bunalım içine girmiştir. Yatınmlar tasarruflardan daha hızlı artmış ve sonuçta kaynak açığı doğurmuştur. .
Tüm sanayi yatınmları gözönüne alınıp devlet/özel bileşimine bakıldığında kamu kesiminin dönem boyunca ağırlıkta olduğu görülmektedir. Buna neden de, devletin imalat sanayiinde ara mallan ve yatınm mallannda faaliyet göstermesinin yanı sıra enerji, ulaştırma, haberleşme gibi altyapı yatırımlarını gerçekleştirme görevini de üstlenmesidir.
1962-1977 yıllan arasında GSMH içinde yatırımların payı % 14,5’den % 25,4’e çıkarken tasarruflann aynı ölçüde artmadığı görülmektedir. Tasarruflann GSMH için-deki payı 1962’de %10,7 iken 1972’de %18,3’e çıkmış, böyle ce 1972’ye kadar kaynak açığı azalmıştır. Ancak, bu yıldan sonra açık hızla artmış ve 1977’de de tasarrufların GSMH içindeki payı % 7,1’e kadar düşmüştür .
Görüldüğü gibi 1962-1977 yılları arasında yatırımlarda hızlı bir artış görülmesine karşılık bu yatırımlara kaynak olacak tasarruflar aynı ölçüde artmamış ve dönem sonlarına doğru önemli boyutlarda kaynak açığıyla yüz yüze gelinmiştir.
Uygulanan ithal ikameci sanayileşme stratejisi temel olarak iç pazarı hedeflediğinden sınai ürün ihracatı çok düşük düzeyde kalmıştır, öte yandan sabit tutulan döviz kuru da ihracatı değil, ithalatı kârlı kılmıştır. Sonuçta, ithal edip üreten ve iç pazara satan, dışarı satamayan bir sanayi yapısı iyice belirginlik kazanmıştır. Yüksek büyüme hızlarıyla gelişen sanayinin ara mallan ve sermaye malları yönünden dışa bağımlılığı da büyük oranlarda artmış, dolayısıyla ihracat ve diğer döviz girdileriyle karşılanamayan tutar, dış borçlanmayla giderilmeye çalışılmıştır.
1962’de 241 milyon dolar olan dış ticaret açığı 1963’de 320 milyon dolara çıkmıştır. Bu açıklar 1962 yılında 14 gelişmiş kapitalist ülke hükümetinin oluşturduktan konsorsiyumun verdikleri borçlarla kapatılmaya çalışılmıştır. Bir taraftan dış kaynak sorunu borçlanmayla .çözümlenmek istenirken, öte yandan da özellikle 1963 yılından başlayarak yeni bir enflasyon sürecine girilmesi sonucunda aşırı değerlenmiş hale gelen döviz kurunun ithalatı uyarma etkisini azaltmak için bazı önlemler alınmıştır: İthalatı kısıtlamak için miktar sınırlamaları yanında ithalattan % 5 oranında yeni bir damga resmi alınması, dış gezilere % 50 prim uygulanması v.b. yoluna gidilmiştir. İhracatı teşvik için ise 1963’ de ihracatta vergi iadesi teşviki uygulanmaya başlanmış ve kapsamı giderek genişletilmiştir.
1960’ların başından itibaren ithalatı dizginlemek için alınan önlemler sonraki yıllarda da sürmüş; 1967de damga resmi % 10 a çıkarılmış, deniz yoluyla yapılan ithalata % 5 rıhtım resmi konmuş ithalatta teminat oranları bazı mallarda % 125 oranına kadar yükseltilmiş, liberasyon zaman zaman dondurulmuştur (92).
Ancak bu önlemlere karşın. 1968’lerle birlikte etkisini hızla göstermeye başlayan yeni bir dış ödemeler bunalımına engel olunamamıştır. 1970’de yeni bir IMF operasyonuyla % 66 oranında devalüasyonu da içeren “önlemler paketi” yürürlüğe konulmuştur. Alınan önlemlerle birlikte dışarıdan da 950 milyon dolarlık borç sağlanmıştır.
1970‘de yapılan Cumhuriyet tarihinin 3. büyük devalüasyonuyla 1 doların fiyatı 9 TL’den 15 TL’ye çıktı. Devalüasyonun etkisiyle ihracat artmış ve işçi dövizi girişleri hızlanmış, dolayısıyla cari işlemler açığı daraltılmıştır. Ancak tüketici fiyatları %19 gibi, o döneme göre zirve noktasına çıktı. Döviz girişi ile 1973’de 2 milyar dolara varan rezerv birikimi, izleyen yıllarda eridi.
1950’lerden 1980’lere Enflasyon | ||
Yıllar | Toptan Fiyatlar(üretici)% | İst. Geçinme (tüketici)% |
1951 | 6,5 | -2,3 |
1952 | 1,1 | 6,6 |
1953 | 1,9 | 3,0 |
1954 | 11,1 | 8,2 |
1955 | 7,1 | 6,3 |
1956 | 16,9 | 14,9 |
1957 | 18,7 | 12,9 |
1958 | 15,1 | 13,4 |
1959 | 19,5 | 27,7 |
1960 | 5,3 | 6,1 |
1961 | 2,9 | 3,4 |
1962 | 5,6 | 3,8 |
1963 | 4,3 | 7,0 |
1964 | 1,2 | 0,2 |
1965 | 8,1 | 4,6 |
1966 | 4,8 | 8,4 |
1967 | 7,6 | 14,1 |
1968 | 3,2 | 6,2 |
1969 | 7,2 | 4,8 |
1970 | 6,7 | 7,9 |
1971 | 15,9 | 19,0 |
1972 | 18,0 | 15,4 |
1973 | 20,5 | 14,0 |
1974 | 29,9 | 23,9 |
1975 | 10,1 | 21,2 |
1976 | 15,6 | 17,4 |
1977 | 24,1 | 26,0 |
1978 | 52,6 | 61,9 |
Kaynak: Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı,CB-SBB |
Birkaç yıl içinde ödemeler dengesi yeniden açık vermeye başlamış, bu kez konsorsiyum kredileriyle yetinilmeyip banker kredisi, Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) gibi kısa vadeli kredilere de başvurulmuştur . Böylece 1962’de 830 milyon dolar, 1975’de 4,8 milyar dolara ulaşan dış borçlar, 1977 sonunda 3,2 milyar dolan DÇM borcu olmak üzere, 11,5 milyar dolara çıkmıştır.
Sosyal yapıda değişimler
Yaşanan iç pazara dönük kapitalistleşme , tarımdaki geleneksel yapıları kırarken iç göç hareketlerini de tetiklemiştir. Türkiye’de 1950 yılından sonra hızlanan kentleşme 1960 sonrası planlı dönemde de bu özelliğini sürdürmüş, 1970 başlarında 500 binden çok nüfuslu 3 kentte yaşayanlar toplam kentli nüfusun yüzde 31 ine ulaşmıştır. Öte yandan kentsel yerleşme birimi ve kentleşme hızında da önemli gelişmeler olmuştur. 1960-1965 döneminde kentleşme hızı yılda ortalama yüzde 5,0, 1965-1970 döneminde yüzde 6,2 olarak gerçekleşmiştir.
Hızlı kentleşmenin doğal bir sonucu olarak bir yandan kentlerdeki alt yapı ihtiyaçları artarken, öte yandan arsa spekülasyonunun devam etmesi sonucu arazi değerleri de hızla yükselmiştir. Kente göçenler, konut sorunlarını gecekondu ile çözme yolunu tercih etmek zorunda kalmışlar, bu da kamu otoriteleri ve yerel güç odakları ile zaman zaman çatışmalara yol açmıştır.
1960 sonrası dönemde Doğu Marmara yöresi ve özellikle İstanbul metropol¸ büyük nüfus çekim merkezi haline gelmiştir. 1965 yılı nüfus sayımının sonuçlarına göre iç göçlerin yüzde 46,1 ini Marmara yöresi, yüzde 36,6 sını İstanbul metropol¸ çekmiştir Öte yandan, Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolu yöreleri göç veren başlıca bölgeler niteliğinde görülmektedir. Bu yöreler toplam iç göç hareketinin yüzde 70 ine kaynak olmaktadır.
Bu dönemdeki işgücüne katılım, işçileşme, istihdam bulgularına bakıldığında, kapitalistleşme ile birlikte işgücü pazarına girişin de arttığı gözlemlenmektedir. Dönemin yetersiz işgücü verilerine karşın, istihdama katılmanın hızla arttığı gözlenmektedir. Üçüncü Beş Yıllık Plan’da yer alan bulgulara göre 15 – 64 yaş grubunda istihdam, 1962 de 12,5 milyon kişi iken, 1967’de 13,3 milyona, 1972’de ise 1972 de 14,1 milyon kişiye çıkmıştır. Buna karşılık 15-64 yaş nüfus 1962’de 15,9 milyon iken 1972’de 20,4 milyon kişiye çıkmıştır. İstihdama dönüşme oranı 1972’de %69’u bulmuştur.
İstihdamın Sektörel Dağılımı, Bin Kişi | |||||
Tarım | Sanayi | Hizmetler | Bilinmeyen | Toplam | |
1962 | 9.220 | 995 | 1.660 | 80 | 11.955 |
1967 | 9.070 | 1075 | 2.150 | 340 | 12.635 |
1972 | 8.770 | 2.150 | 3.070 | 130 | 14.120 |
Kaynak: 3. Beş Yıllık Plan s.78 |
Yıllar içinde geleneksel olarak başat durumda olan tarımsal istihdam, yavaş yavaş azalırken kırdan kente göçlerle sanayi ve hizmetler sektörlerindeki istihdamın arttığı gözlenmektedir.
Öte yandan gelir dağılımında belirlenen sonuçlar da ilginçtir. 1960’larda hıziı büyümenin yanı sıra fiyatlarda da istikrarlı bir gelişim söz konusu olmuştur. Ancak 1970’li yıllarda fiyat artışları hızlanmış, geliri, enflasyonun altında kalan emekçi sınıf ve tabakalardan, geliri enflasyondan daha hızlı artanlara kaynak transferi sonucu, gelir dağılımındaki adaletsizlik bir üst boyuta sıçramıştır.
1963, 1968, 1973 yıllarında yapılan gelir dağılımı araştırmalarının sonuçlarını gösteren tablo da bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Gelir Dağılımı 1963,1968,1973 | ||||
Aileler (%) | 1963 | 1968 | 1973 | |
En Zengin | 20 | 57,2 | 60 | 58.5 |
20 | 18,5 | 20.0 | 19,5 | |
20 | 11,3 | 10 | 12,1 | |
20 | 8,5 | 7 | 8 | |
En yoksul | 20 | 4,5 | 3 | 3 |
Kaynak DPT,1976 |
Gelir dağılımı 1963-1968 yılları arasında daha da adaletsizleşmiştir. En fakir % 20’nin gelirdeki payı 1963’de % 4,5’dan 1968’de % 3’e inmiştir. Aynı yıllarda en zengin % 20’nin payı ise % 57’den % 60’a çıkmıştır. 1968-1973 yıllan arasında ise gelir dağılımında göreli bir iyileşme görülmektedir. Bu göreli iyileşmede 1970 yılında çıkarlan Personel Yasası ve memur maaşlarının artırılmasının etkisi bulunmaktadır.
1963 yılındaki ücretlerin satın alma gücü temel alınarak hesaplanan gerçek ücretlerin gelişimine bakıldığında, 1966 yılında artış hızı duran gerçek ücretlerin 1967 yılında bir miktar gerilediği, bu yıldan sonra 1970 yılına dek arttığı, 1971-1972 yıllarında (12 Mart Dönemi) ise düştüğü görülmektedir.
Ortalama Ücretler:Nominal ve Gerçek | |||
Cari | Geçinme En. | Gerçek | |
Yıllar | ücret (TL) Endakal (•) | End(İTO) | Ücret TL |
1963 | 17.91 | 100.0 | 17.91 |
1964 | 19.50 | 100.2 | 19.45 |
1985 | 21.64 | 1D4.9 | 20.85 |
1996 | 23.43 | 113.6 | 20.63 |
1967 | 25.93 | 129.6 | 19.93 |
1969 | 29.27 | 137.6 | 20.55 |
1699 | 32.13 | 144.2 | 22.29 |
1970 | 35.32 | 155.6 | 22.70 |
1971 | 39.32 | 195.2 | 21.23 |
1972 | 43.98 | 213.7 | 20.53 |
Kaynak: 2 Ocak 1982 Cumhuriyet |
Özet olarak, “68 süreci”, Türkiye’nin kapitalistleşme serüveninin tüm doğum sancılarını yaşadığı bir döneme denk gelmiştir. Bu süreç, Batı kapitalizmi ile gerçekleştirilmeye çalışılan yukarıdan aşağı yönlü bir bütünleşme, geleneksel tarımsal yapılarda ağır ilerleyen bir çözülme ile birlikte yaşanmış, uluslararası kapitalizmin sermaye ihracı ile gerçekleşen kapitalistleşme, dönem dönem krizler yaşayarak ilerlerlerken sosyal altüst oluşlara da zemin hazırlamıştır.
Kırdan kente göç ile artan tarım dışı istihdam önemli bir işçileşme yaratırken yeni kentlilerin iş-aş sorunları beraberinde sistemi sorgulayan bir proleter kitlesi de yaratmış, özellikle gençlik, öğrenci gençlik, işçi gençlik, dünyadaki örneklerden de esinlenerek 68 dalgalanmasındaki yerlerini almış, sistemi sorgulamış ve var olan eşitsizlikleri dönüştürmek için çeşitli eylemlilikler içinde yer almışlardır.
Kaynaklar:
AYIN TARİHİ (1954) — Celal Bayar’ın Amerika’yı Ziyaret Programı, Başvekalet Basın Yayın ve Turizm Genel Md. Özel Sayı.
BORATAV Korkut (1977) — “
1923-1930 Yıllarının İktisat Politikası Açısından Dönemlendirilmesi-, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunlan İİTİA Mezunlan Cemiyeti Demeği Yayını.
BULUTAY T.. TEZEL Y.S., YILDIRIM N. (1974) — Türkiye Milli Geliri (1923—1948) SBF Yayını.
DEMOKRAT PARTİ (1952) — Yeni İktidann Çalışmalan, Ankara.
DEVLET İSTATİSTİK ENSTİTÜSÜ (DİE) )1973) — Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı.
DPT (1963) — Kalkınma Planı: Birinci Beş Yıl, 1083-1087.
DPT (1976) — Gelir Dağılımı 1973.
ETE Muhlis (1951) — State Exploitation In Turkey.
IBRD (1951) — The Economy of Turkeyt An Analysis and Recommendations for a Development Program.
KURMUŞ Orhan (1974) — Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Bilim Yayınlan.
LENİN V. İ. (1916) — Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek
Aşaması. Sol Y„ 1972.
ROZALİEV Y. N. (1978) — Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme özellikleri, Onur Y.
SÖNMEZ M. (1982) — Türkiye Ekonomisinde Bunalım:. Belge Yayınlan
TEKELİ İlhan – İLKİN Selim (1974) — Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı. ODTÜ Yayını.
TEKELİ – İLKİN & (1977) — 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, ODTÜ Yayını.
TİB AYLIK BÜLTEN (1977) — 1950-1960 Döneminde Altyapı Yatırımları, Sayı: 42.
TÜZÜN Gürel (1978) — 1950-1960 Döneminde Sanayileşme». »Tarihsel Gelişimi İçinde Türkiye Sanayii, TMMOB-MMO.
YAĞCI Fahrettin (1981) — Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesir 1960-1980, Geçici Nitelikte Ders Notlan, Boğaziçi Üni. Ekonomi Bölümü.
ZAtM Sabahattin (1974) — Türkiye’de Ücret ve Gelirler Siyaseti