Lozan Antlaşması’nın ekonomik yanı, en az siyasi ve diplomatik boyutları kadar önem taşır. Bazı ayrıntılar bir yana bırakıldığında, Antlaşma’da üç ekonomik alt başlıktan söz etmek yerinde olur. Bunlardan biri kapitülasyonların kaldırılmasıdır ve oldukça önemli bir kazanımdır. Diğer bir şık,  gümrüklerin yeniden düzenlenmesi iradesini genç Cumhuriyetin bir geçiş döneminin ardından kazanmasıdır. Üçüncüsü de, bir ödün olarak kabul edilen, Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödemeyi, 1929’dan itibaren kabul etmek ve Cumhuriyetin ilk 25 yılında  bütçeden belli bir geliri miras borç olarak alacaklılara ödemektir.

Kuşkusuz, Lozan Antlaşması’nın çerçevesine bu üç alt başlığı sokan arka plan ve Cumhuriyetin devraldığı miras da bir o kadar önemlidir. Osmanlı, ne tür politika yanlışları, ihmaller, umursamazlıklar, oyuna gelmeler sonucu yıkıldı , küllerinden doğan Cumhuriyet’e nasıl yükler bıraktı ve Antlaşma ile bu yükün maliyeti en aza nasıl indirilmeye çalışıldı, soruları önemlidir.

Belirtmek gerekir ki Osmanlı İmparatorluğunu parçalanmaya götüren ekonomik abluka, yükselmekte olan dünya kapitalizminin nüfuz saldırılarına içeriden yeterli savunmayı gösterememe, dayatılan eşitsiz işbölümüne teslimiyet, buna karşı koyamama ve sonuçta adım adım zaafiyete düşme ile gerçekleşti. Lozan’a götüren ekonomik kuşatmayı daha yakından mercek altına almak, antlaşma masasındakilerin yüklerini anlamak açısından yerinde olacaktır.

Dış borçla kuşatma

Ondokuzuncu yılın ortaları, dünya kapitalizminin daha hızlı palazlanmaya başladığı ve iç pazarıyla yetinmeyip dış pazarlar elde etmek için dünyayı kendi aralarında paylaşma mücadelesine de başladıkları yılları içerir.  Sovyet devriminin lideri V.İ. Lenin, bunu “Emperyalizm” isimli yapıtının birçok yerinde şematize ederken sermaye ihracının arttığı ve sermaye ihracının mal ihracını da harekete geçirdiği dönem olarak adlandırır (Lenin:2009 )

Dönemin hegemonik gücü  olan Avrupa finans kurumları, dünya kapitalizmine eklemlemek istedikleri Osmanlı dahil, üçüncü dünya ülkelerini borçlandırmanın peşindeydiler. Bu yolla sağlanacak sermaye ihracı, Osmanlı benzeri ülkelere ürettikleri sanayi ürünlerini satma imkanı da sağlayacak, yarı sömürgeleştirilmiş ülkelerde başta altyapı yatırımları olmak üzere, madencilik, tarım sahaları, onları taşımaya yarayacak demiryolu, liman, yol yatırımlarının yapımını sağlamayı ve kent yatırımlarında imtiyazlar elde etmeyi de getirecekti.

1840’lardan itibaren Avrupalı sermayedarlar ve Avrupa devletlerinin temsilcileri, mali sorunlara çözüm olarak Osmanlı yönetimine dış borçlanmaya girişilmesi konusunda baskı yapmaya başlamışlardı. Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarında tahvil satarak borçlanmaya başlaması salık veriliyordu. Tahvillerin Avrupa’nın belli başlı finans merkezlerinde satışını düzenleyecek olan bankerler bu yolla büyük komisyonlar elde edeceklerdi. Bu borçlanmalarla devlete, özellikle modernize etmek istediği ordunun ihtiyacı askerî araç ve gereci satmanın, ayrıca öteki sanayi ürünlerini ithal etmenin yolu açıldı.

İlk dış borçlar, 1840’1ı yıllarda Galata bankerleri aracılığıyla ve kısa vadeli olarak Fransız bankalarından sağlanmıştı. Ancak, yoğun telkinlere rağmen, uzun vadeli dış borçlanmaya gidilmiyordu. Ne var ki, Kırım Savaşı’nın gerektirdiği harcamalar ve yarattığı büyük açık, Avrupa para piyasalarından uzun vadeli ve daha büyük miktarlarda borçlanmaya mecbur bıraktı. Osmanlı Devleti, uzun vadeli borç tahvilleri ile Londra, Paris, Viyana ve Frankfurt gibi borsalardan borçlanmaya çıktı.

Dış borçlanmanın başladığı 1854 yılından Osmanlı devletinin borçlarını ödeyemez duruma geldiğini açıkladığı 1876 yılına kadarki sürede çok fahiş faizlerle borçlanıldı. Buradan sağlanan kaynakların büyük bir bölümü cari harcamalarda, sarayların yapımında, büyük bir donanmanın kurulmasında ve sivil-asker bürokrasinin maaşlarının ödenmesinde kullanıldı. Bu borç kaynaklar, ekonomide üretken yatırımlar için, vergi gelirlerini artıracak yatırımlar için pek kullanılmadı. Bu durum, kısa sürede borçların anapara ve faiz ödemelerini karşılayabilmek için yeniden borç almak ihtiyacını yarattı. Borcu borçla kapama sarmalına girildi. Bu borç kapanı, her geçen yıl Avrupa finansına Osmanlı’dan daha büyük kazançlar sağlama yolunu açtı.

Osmanlı Devleti’nin borçlanma ihtiyacı ve giderek kapana daha çok kısılması,  Avrupalı bankalar, bankerler, tahvilleri satın alan tasarruf sahipleri için yüksek faiz gelirleri anlamına geliyordu. Ancak, Osmanlı Devleti’nin alınan her borcu ödemesi, çevirmesi de giderek zorlaşıyordu.

1873’e gelindiğinde  borsa krizleri Avrupa ve Amerika para piyasalarını etkisi altına alınca, birçok benzeri ülkede olduğu gibi, Osmanlı devletinin Avrupa para piyasalarında yeni fonlar bulması da zorlaştı. 1875 sonbaharında Osmanlı devleti, borç ödemelerini yarı yarıya indirdiğini açıkladı; Şevket Pamuk’a göre, “1875 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin dış borçları 200 milyon sterline yaklaşıyordu. Anapara ve faiz ödemeleri ise yılda 11 milyon sterlin tutuyordu. Buna karşılık aynı yıllarda Osmanlı maliyesinin tüm gelirleri 18 milyon sterlin dolaylarındaydı. Bir başka deyişle, dış borç ödemelerini sürdürebilmek için devlet gelirlerinin yüzde 60’ını dış borç ödemelerine ayırmak gerekecekti”.(Pamuk: 1988, s.188 )

Düyun-u Umumiye Yılları  

1876’da Osmanlı Devleti’nin dış borç ödemelerini durdurduğunu ilan etmesinden sonra Osmanlı hükümeti ile Fransız. İngiliz, Avusturya, Alman ve diğer alacaklıların temsilcileri arasında borçların ödenmesi konusunda görüşmeler başladı. Ne var ki  1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle bu görüşmeler kesintiye uğradı. Ancak 1881 yılının Aralık ya da Hicri takvime göre “Muharrem” ayında görüşmeler sürdü ve “Muharrem Kararnamesi” olarak adlandırılan bir antlaşma ile ödeme koşullan yeniden düzenlendi. Buna göre, borçların bir miktarı indirilecekti ama İmparatorluk içinde yabancı alacaklıların temsilcisi olarak çalışacak ve devletin vergi gelirlerinin bir bölümünü yabancı alacaklılar adına toplayarak Avrupa’ya aktaracak yeni bir örgüt kurulacaktı. Bunun adı da Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi olacaktı.  Osmanlı mâliyesinin gelir kaynaklan arasından tuz ve tütün tekelleri, damga resmi balıkçılıktan ve alkollü içkilerden alınan vergiler, ham ipekten toplanan öşür ile Doğu Rumeli vilayetinin ödediği yıllık vergi, bu yeni kuruluşa teslim edildi.

ALTTAKİ PARAGRAF BURADA”KISMEN TEKRAR EDİLMİŞ

Bunun yanı sıra,  Osmanlı Devleti, 1883 yılında yabancı sermayeyle kurulacak olan Tütün Rejisi Şirketi’ne İmparatorluk içindeki tütün üretiminin denetlenmesinde, tütün alım ve satımında ve sigara üretiminde tekelci ayrıcalıklar tanıdı. Reji Şirketi’nin yıllık kârlarının bir bölümü dış borç ödemelerinde kullanılmak üzere Düyun-u Umumiye İdaresi ne aktarılacaktı.

Düyun-u Umumiye İdaresi, toplama yetkisi aldığı vergi kaynaklarını geliştirmek, daha etkin vergi toplamak hedefiyle, İmparatorluğun yirmiyi aşkın kentinde beş binden fazla personeli olan bir yapı kurdu. Ağırlığı tarım bölgelerinde taşrada olan bu örgütün yönetim kademesinde Avrupalı personel çalışırken taşradaki görevliler daha çok Osmanlı vatandaşlarıydı. Düyun-u Umumiye İdaresi, vergisi kendilerine bırakılan tütün ve ipek üretimine ve ihracatının geliştirilmesine ağırlık verdi. Bu ürünlerin yetiştirildiği Bursa, Samsun, Ege illerinde ihracata yönelik tarımsal üretim daha çok özendirildi.

Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasından sonra, Osmanlı Devleti Avrupa para piyasalarından daha kolay borçlanma imkanı buldu.  Maliye üzerindeki denetim, ülke riskini azaltmıştı ve borç verme iştahını artırmıştı.

Düyun-u Umumiye İdaresi, para baronlarının alacaklarını bir anlamda garantiye almıştı.  Yine Şevket Pamuk’a göre, “1881 sonrasında Osmanlı Devletinin anapara ve faiz ödemeleri, alınan yeni borçların çok üzerinde seyretti. Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde Avrupa mali sermayesi, Osmanlı Devleti’ne verdiği yeni borçların yaklaşık iki katını anapara ve faiz ödemeleri olarak Avrupa’ya aktardı.”(Pamuk: 1988, s.190  )

1914’e gelindiğinde, Osmanlı Devleti’nin dış borçları 160 milyon İngiliz sterlinine ulaşmıştı. Borcu borçla kapatmak için Almanya ile Fransa arasındaki rekabetten yararlanılmaya çalışılıyordu. Ne var ki, her yeni borçlanma için Avrupalı devletlere yeni ödünler vermek gerekiyordu.

Lozan ve Borçlar

 

Cumhuriyet kurulmaya çalışılırken miras alınan borçlara ek olarak kapitülasyonlar da ekonomik gelişmenin prangalarındandı. O nedenle Lozan görüşmelerinde en çok önem verilmesi gereken hususlar aslında borçlar ve kapitülasyonlardı.

Bir siyasi bağımlılık düzenlemesi olan, önemli ve ağır ekonomik yükler getiren kapitülasyonlar, Antlaşmada zorlanılmadan kaldırıldı: “Madde 28 — Bağıtlı Yüksek Taraflar Türkiye’de Kapitülasyonların tümü ile kaldırılmasını, her biri kendisi ile ilgili olarak, kabul ettiklerini açıklarlar”

Ama  Lozan Antlaşması’nın diğer iktisadi hükümleri içinde emperyalizme verilen başka ödünler de yer almaktaydı ki, bunun başında borçların üstlenilmesi ve gümrük düzenine irade koymak için 5 yıllık bir geçiş dönemine razı olmaktı.  Uzun ve çetin bir pazarlık sürecinin sonunda imzalanan Antlaşma, bu ödünler verilmeden gerçekleşemeyecek durumdaydı. Bu ödünler, Cumhuriyetin ilk yıllarında bağımsız bir iktisat politikası izlenmesini bir süre engelleyecek ayak bağları olmakla beraber, katlanılması gereken ödünlerdi.

Lozan’a gelirken Duyunu Umumiye borçları 130 milyon altın liraya ulaşmıştı ve bu borçların Osmanlı’nın parçalanmasından ortaya çıkan yeni devletler arasında nasıl paylaştırılması ve ödenmesi gerektiği de  müzakere kapsamındaydı.

Lozan’a giden delegeler, Osmanlı toprakları üzerinde 16 bağımsız ülkenin kurulduğunu, alınmış olan borçların bir kısmının yeni kurulan ülkelere harcandığını, dolayısıyla borçların buna göre tahsis edilmesi gerektiğini belirtip bu yönde talepte bulunmuşlardı. Ancak bu talep kabul edilmedi ve Lozan görüşmelerinin en uzun müzakere edilen bölümü olan mali hükümler, nihayet 13 Haziran 1928’de Paris’te imzalanan bir antlaşmayla, taleple doğru orantılı olmayan bir şekilde bölüştürüldü, en ağır ödeme yükü Türkiye Cumhuriyeti’ne düştü .

Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan 16 yeni devlet, toplamda, yaklaşık 3 milyon kilometrekarelik Osmanlı toprağını paylaştılar. Buna karşılık Düyun-u Umumiye’nin kurulmasından sonra Osmanlı’dan kalan 130 milyon altın liralık borç toplamından, Osmanlı toprağının yüzde 26’sını almasına karşılık Türkiye Cumhuriyeti, borçların  yüzde 65’inden sorumlu tutuldu. Oysa, örneğin, Osmanlı toprağından yüzde 18 pay  alan Yemen, borçların neredeyse yüzde 1’inden sorumlu tutuldu.  Bu durum, Türkiye için Lozan Görüşmeleri’nde hiç de adil bir tablonun ortaya konmadığını çok net bir şekilde göstermektedir.

Osmanlı Borçlarının Devletler Arasındaki Taksimi Altın Lira
Ülke Yüzölçümü Borç Tutarı Yüzölçümü% Borç,%
Türkiye 779.450 84.597.495 26,6 65,3
Suriye – Lübnan 10.230 11.108.858 0,3 8,6
Yunanistan 131.990 11.054.534 4,5 8,5
Irak 435.052 6.772.142 14,9 5,2
Yugoslavya 25.175 5.435.597 0,9 4,2
Filistin 6.220 3.284.429 0,2 2,5
Bulgaristan 110.910 1.776.354 3,8 1,4
Arnavutluk 28.750 1.633.233 1,0 1,3
Hicaz 400.000 1.499.518 13,7 1,2
Yemen 527.970 1.182.104 18,0 0,9
Ürdün 89.210 733.610 3,0 0,6
İtalya 301.277 243.200 10,3 0,2
Asir 81.000 26.138 2,8 0,0
Toplam 2.927.234 129.605.090 100 100

Kaynak: Nedim Dikmen, “Osmanlı Dış Borçlarının Ekonomik ve Siyasi Sonuçları”, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt:19 Eylül 2005 Sayı 21, s.152.

 

Lozan’la kapitülasyonların kalkmış olması olumlu bir gelişme olsa da üstlenilen borç yükü, özellikle 1928 bütçesi 103 milyon altın lira  olan yeni bir devlet için iktisadi bağımsızlığı sorgulama sebebi olmalıdır . Yıllık borç ödemeleri 6 milyon lira civarında saptanmakta; ancak, daha sonraki bir düzenlemeyle 1929 yılına kadar ertelenmekteydi. 1929’da biraz yüklü (15 milyon liralık) bir ilk taksit ödemesi, Cumhuriyet hükümetini önemli sonuçlar doğuracak bir para ve kambiyo bunalımına sürükleyen bir etken olarak ortaya çıkacaktı.

Birçok tarihçi ve yorumcu, 103 milyon altın lira bütçe ile 85 milyon altın lira borcu kabul etmekten başka çare olmadığını,  o dönem için müzakerelerin kesilmesinin savaşın devamı anlamına geleceğinden ve Türk ordusu ile ulusunun artık buna gücünün kalmamış olmasından dolayı bu ödünün verildiğini belirtmektedir. Buna karşılık farklı düşünenler de vardır: Lozan, siyasi ve diplomatik olarak bir başarı olsa da kimi tarihçiler, yorumcular tarafından iktisaden başarısı tartışmalı bir antlaşma olarak yorumlanır.

Muhtemelen, sorumluluk altındakiler,  iktisadi bağımsızlık ekonominin içeride güçlenmesiyle çözülür diye düşünmüş ve bu ödüne katlanılmış olabilir. Bu borçlar, Türkiye’nin sırtında 1954 yılına kadar yük oldu ve iktisadi gelişmenin önünde önemli bir kambur oluşturdu.

Gümrük düzenlemeleri

Lozan Antlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi, Antlaşmanın bir diğer önemli bileşenidir. Bu sözleşme, 5 yıl süreyle Türkiye’nin dışarıya karşı uygulayabileceği iktisat politikalarını donduracak ve bazı istisnalar dışında ithalat ve ihracat yasaklarının kaldırılmasını ve yenilerinin konmamasını; gümrük tarifelerinin ise beş yıl süre ile değişmemesini öngörecekti. Korkut Boratav’ın belirttiği gibi, uygulanması kabul edilen tarife, 1916  Osmanlı gümrük tarifesini esas alıyordu (Boratav: 2005, 44  ) 1916 tarifesi, büyük ölçüde vergileme amacıyla yaygın tarımsal tüketim mallarına yüzde  30-40 oranında vergi koyan bir tarifeydi. Bu tarife, ithal edilen malın değeri üzerinden değil, kilogram, metre gibi fizik birimi üzerinden vergi alan “Spesifik” bir özellikteydi. Savaş enflasyonu spesifik vergileri aşındırdığı için, gümrük resimleri önce 5, sonra 12 kat artırılmıştı. Lozan, bu tarife artışlarını kabul etmekle birlikte, çoğu sanayi tüketim mallarından oluşan 27 kalemlik bir grup için uygulanacak artış katsayısını 12 değil, 9 olarak saptıyordu. İthal edilen mallar üzerine (tekel konusu olanlar hariç) yerli mallardan farklı oranlı tüketim vergisi konması önleniyor; en yaygın tüketim ürünlerinden alınacak iç vergiler ise sözleşmeye eklenen bir listeyle saptanıyordu. Bu, ithalatın yıkıcı etkisini önleyecek vergileme imkanının genç Cumhuriyetin elinden alan bir hükümdü ve 5 yıl bununla yaşanacaktı.

Lozan Antlaşması’na ek ticaret sözleşmesine göre,  Türkiye, 24 Ağustos 1928 tarihine kadar Britanya, Fransa, İtalya. Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’ya 1 Eylül 1916’daki Osmanlı gümrüklerini uygulamayı taahhüt etti. Aynı sözleşme ile belirli istisnalar dışında Türkiye,  “Yurda mal sokmaya ve yurttan mal çıkartmaya ilişkin yasakları kaldırmayı ve… bunları yeniden koymamayı” kabul etti.    Bu hükümler hükümetin 1929’a kadar etkili bir dış ticaret politikası izlemesini önlediği gibi, aşar gibi önemli bir verginin kaldırıldığı bir sırada devlet bütçesini çok verimli olan gümrük resmi ve vergi hâsılatından da önemli ölçüde yoksun bıraktı ve  devletin ekonomik müdahale gücünü fiilen kısıtladı.

 

Özetle, Lozan’ın gümrüklerle ilgili hükümleri,   1929’a kadar Türkiye’nin gümrük (veya ithalata bağlı diğer) gelirlerini artırmaya veya sanayiyi dış rekabetin yıkıcı etkisinden  korumaya dönük etkili bir politika değişikliğini önledi. İktisat tarihçisi Orhan Kurmuş, ithalatın bileşimi, ithal fiyatlan ve tarifeleri dikkate alarak yaptığı bir hesaplama sonunda, Lozan’da saptanan gümrük tarifesinin ulusal ekonomiye sadece yüzde  12.9’luk bir koruma derecesi sağladığını göstermiştir(Kurmuş:1983) .

Burada, bir ayrıntı önem kazanmaktadır ve üstünde durulmalıdır. Lozan Antlaşması, ithal mallan ile yerli mallara farklı oranlarda tüketim ve satış vergileri uygulanmasını 5 yıl sürece önlüyor; ama devlet tekeline konu olan mallarda, kamu gelirlerini artırmak amacıyla daha yüksek bir fıyatlamaya imkan veriyordu. Bu durumda Lozan’ın gümrük resimleri ve vergilerle ilgili kısıtlayıcı hükümlerinden sıyrılmak için, birçok malın ve hizmetin üretimini veya ithalini devlet tekeline almak bir yoldu ve bu yol kullanıldı. Ama  bu tekeller daha sonra imtiyazlı yerli ve yabancı şirketlere devredildi. Pek çoğunda üst düzeyde siyasi kadrolardan ve devlet katından önemli kişilerin de ortak ve hissedar olduğu bu şirketler, devletin sağladığı tekel durumundan yararlanarak yüksek kazançlar elde ettiler.

Yine Korkut Boratav’ın belirttiği gibi, “Bu yolla oluşan tekellerin özel şirketlere belli bir bedel karşılığında ve açık artırma gibi yollarla devredilmesi gerektiği halde, örneğin İstanbul Liman İnhisan’nın devredildiği şirket, işletme sermayesini dahi devlet yardımıyla sağlamıştı. Kibrit ve çakmak, ispirto ve alkollü içkiler, barut ve patlayıcı ıııaddeler, petrol-benzin ithali ve dört büyük limanın işletilrnesi ile ilgili tekeller, bu dönemin imtiyazlı şirketlerinin en önemli faaliyet alanlarını oluşturuyordu” (Boratav: 2005,40   )

“Milli İktisat” ve Lozan Müzakereleri

Yarı-sömürge durumuna düşürülen Osmanlı İmparatorluğu’na Lozan öncesi dayatılan Sevr antlaşması, ülkeyi sömürgeleştirmenin çerçevesiydi ve bu sürecin askerî, siyasî, hukukî ve idarî çeşitli belirtilerini tasfiye etmek; kapitülasyonların, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin, çeşitli imtiyazların tasfiyesi; siyasî bağımsızlığın kayıtsız şartsız sağlanması, Kuvayi MiIIiyecilerin hedefi idi. Bu hedefe ulaşmak, iktisadî bağımsızlığa giden kulvara girmeden olamazdı. Ne var ki, bunun uzun sürecek çetin bir mücadele gerektirdiği ortadaydı. Lozan, bu yol üstündeki önemli müzakere durağının adıydı.

İttihat ve Terakki döneminden kalan genç Cumhuriyet kadrolarının hedefi  “Milli İktisat” ı kurmaktı ve bu,, ulus devlet olmanın ön koşulu idi. Ne var ki hem İttihat ve Terakki kadroları hem Cumhuriyet kadroları bu hedefe ulaşmada çeşitli engeller ile karşılaştılar. Lozan’da kapitülasyonların kaldırılması Milli İktisat hedefi için önemli bir adımdı ama gümrükler konusunda 5 yıl süre ile bir şey yapmayı önleyen sözleşme maddesi, ihtiyaç duyulan korumacı dış ticaret politikası önündeki ayak bağıydı. 1929’da ödenmeye başlanan Osmanlı mirası borçlar da, ulaşılmak istenen hedefin bir başka prangasıydı. Milli iktisat hedefi önünde Lozan’ın sonuçlarının biraz daha ayrıntıyla incelenmesi yerinde olacaktır.

Korumacı sanayileşmeye yönelik ve devlet teşvik ve müdahaleleri ile bir milli sanayi burjuvazisinin “yetiştirileceği”ni savunan “milli iktisat” konsepti,  dış ilhamını Alman tarihçi okulunun korumacı doktrininden alıyor ve sanayileşmeyi kalkınmanın ana yolu olarak görüyordu. 1908’i izleyen yıllarda bir kısmı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkili mensuplan olan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp gibi düşünürler, bu okulun ana savlarını yaymaya başladılar.

Zafer Toprak’ın belirttiği gibi, “Milli İktisat” görüşü, gerekirse savaşın yarattığı kıtlık koşullarından yararlanarak ve devlet desteğiyle bir yerli ve milli burjuvazinin yetiştirilmesi gerektiğini; bunun hem mümkün, hem de kalkınma ve modernleşme için zorunlu olduğunu ileri sürmekteydi (Toprak:1982).  Bu savın geçerliliği, 1920’1i yılların sonuna kadar yoklandı. Elde edilen sonuç, amaçlanan hedef bakımından pek başarılı olmamakla birlikte, denenmiştir.

1923 yılı, Anadolu topraklan üzerinde yeni bir devletin kuruluşunu ve Osmanlı İmparatorluğunun kesin olarak tarihe karışmasını simgeleyen bir yıldır. Bu yüzden geçmişle kesin bir kopmayı ve bu anlamda bir siyasi devrimi temsil eder. Ancak, Saray aristokrasisinin iktidar blokundan çıkarılmasını sağlamakla birlikte, 1923 yılının iktisadi bakımdan geçmişten kopuşu getirdiğini söylemek mümkün değildir. Tersine, 1923-1929 döneminin, iktisat politikaları ve resmi iktisat görüşleri,  1908- 1922 dönemiyle süreklilik içinde olmuştur. Meşrutiyet sonrasında “Milli iktisat” görüşü olarak nitelendirilen ve savaş yıllarında kısmen uygulanan iktisadi tezler, 1923 sonrasında da  büyük ölçüde egemen olmakla beraber, uygulama imkanını, belli kırılmalarla ancak 1929 sonrası bulabilecektir.

“Milli iktisat” okulunun korumacı ve dolayısıyla sanayileşmeci yönelimleri bu dönemde Lozan Antlaşması ile gümrük politikasına konan engeller yüzünden arka planda kaldı. Ancak aynı okulun, devlet desteğiyle bir yerli ve milli burjuvazi “yetiştirilmesi”ni kalkınma ve modernleşmenin temel mekanizması olarak gören yaklaşımı, 1923 sonrasının iktisat politikalarına ve pratiğine yansıtıldı. Bu yıllarda devlet desteğiyle yerli sermayedar yetiştirme girişimlerinin en etkili ve yaygın yöntemlerinin başında, devlet tekellerinin imtiyazlı özel şahıs ve şirketlerce işletilmesi geldi (Ökçün:1971).

Lozan etkisinde ekonomi

Lozan’ın bağıtlandığı ve büyük ölçüde uygulandığı 1923-1929 dönemi,  iktisat tarihimizde  “Açık ekonomi koşullarında yeniden inşa” dönemidir aynı zamanda.  Dönemin dış ticaret ve üretim göstergeleri, Lozan Antlaşması’nın etkisinde kaldığı gibi, antlaşmanın hangi ekonomik iklimde yapıldığı ve icra edildiğini de ortaya koymaktadır.

1923-1929 yılları, Türkiye ekonomisi Batı kapitalizmine açık bir ekonomi sayılırdı. Çağlar Keyder’in belirlemelerine göre, ithalatın gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı ortalama olarak yüzde  14.4, ihracatın payı ise yüzde  10.6’ydı. Bu oranlar, Osmanlı İmparatorluğu ‘nda 1907 yılında (aynı sırayla) yüzde 17 ve yüzde 14, 1913’te ise yüzde  19 ve yüzde  15 olarak tahmin edilmiştir. Böylece, dış ticaret bakımından ekonominin açıklık derecesinde Cumhuriyetin ilk yıllarında önemsiz bir düşüş olduğu söylenebilir (Keyder: 1982)

1923-1929 yıllarında ithalat ve ihracatın milli gelir içinde kapladığı paylar, sonraki elli yıl boyunca aşılmamış ve bu anlamda bu dönem Cumhuriyet tarihinin “dışa açık” bir dönemi olma özelliğini kazanmıştır.

Türkiye, dünya ekonomisine, esas olarak hammadde ihraç edip, sınai tüketim malı ithal ederek katılmaktaydı. İhracat ve ithalatın bileşiminin incelenmesi, Türkiye’nin dünya ekonomisi içinde uluslararası ihtisaslaşmanın klasik biçimine uygun bir yer kaplamakta olduğunu gösterir. Tütün, kuru üzüm, pamuk, incir, fındık, yün, afyon ve yumurta toplam ihracatın yüzde 60- 72’sini, sınai tüketim mallan ise ithalatın çok büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. Bu tablo, Osmanlı döneminin dünya ekonomisi ile olan işbölümünün devamını gösteriyordu.

1923- 1929 yıllan tarımsal üretimin hızla büyüdüğü bir dönemdir. Savaş koşullarında yüzde 50 dolaylarında üretim düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1922’yi izleyen birkaç yıl içinde ulaşıldı. Bu olumlu gelişmede, Anadolu’nun erkek nüfusunun yeniden toprağa dönmesine imkan veren barış koşulları en önemli rolü oynadı. Bunun yanında tarıma dönük olumlu politikaların fıyat ve vergi değişkenleri, çiftçiler lehine kaynak yaratan sonuçlar yaratarak üretimi motive etti.

Buğday üretimi dönemin ilk yıllarında 1 milyon tonun altındayken, 1928-1929 ortalaması 2 milyon ton civarındaydı. Özellikle Batı Anadolu’da nüfus mübadelesinin yarattığı değişmeler bazı ticari tarım ürünleri üzerinde olumsuz etkiler yaratmasına rağmen, 1924- 1929 yıllan arasında tarımsal hasılanın yıllık büyüme hızlarının ortalaması yüzde 9’u bularak dönemin milli gelir büyüme hızını (yüzde 8.6’yı) aşıyordu. Savaş ve yıkım yıllarından sonra ekonominin yeniden inşası, milli hasılanın en büyük kesimini (cari fiyatlarla 1923- 1929 ortalaması olarak yüzde  46’sını) oluşturan tarımın dinamizmi sayesinde gerçekleşmektedir (Bulutay vd.: 1974).

1920’1i yıllarda sanayi, milli gelirin öncü bir sektörü olabilecek boyutlar taşımıyordu; dönem ortalaması olarak GSMH içindeki payı sadece yüzde  11 ‘idi.  Savaş yılları, cılız fabrika üretiminin büyük ölçüde hammadde tıkanmaları nedeniyle sarsılmasına; Anadolu ‘ya yayılı küçük sanayi ve el sanatlarının ise yetişkin erkek nüfusun cepheleri doldurması yüzünden büyük ölçüde gerilemesine yol açmıştı.

1923’ten itibaren, tarımsal genişlemeyi sağlayan emeğin üretime dönmesi olgusu, küçük sanayi için de geçerli oldu. 1927 Sanayi Sayımı’na göre, imalat sanayiinde çalışan 237.000 işçinin yüzde 46’sı, yani 109.000’i, 4’ten az işçi çalıştıran işyerlerinde istihdam edilmekte idi. Bu rakamlara Sayımın kapsamadığı hane içinde, evlerde yürütülen çoğu çeşitli el dokumalarını içeren  “sınai” üretim faaliyetleri de eklenirse, bu dönemde istihdam açısından geleneksel zanaatların, el tezgahlarının ve küçük sanayinin “sınai” faaliyetlerin büyük bir bölümünü oluşturduğu söylenebilir. Bu kesimde de iç pazarlara dönük belli üretim canlılığı yaşandı denebilir.

Lozan’dan Devletçiliğe

1923 sonrasının iktisadi gelişmesinin en belirgin iki bileşen,  yeni Türk devletinin dünya içinde nasıl bir yer kaplayacağını belirleyen iki etkenden biri Lozan Antlaşması nın dayattığı koşullar, diğeri 1929’da patlak veren ve kapitalist dünya ekonomisini derinden sarsan büyük buhran oldu. Lozan Antlaşması’nın hükümlerine göre uygulatılan gümrük rejiminin sonlanacağı, ayrıca Osmanlı borçlarından Türkiye Cumhuriyeti’ne düşen borç taksitlerinin ödenmeye başlayacağı yıl da büyük buhranın başlangıç yılı olan 1929 olacaktı.

Lozan Antlaşması’nın gümrük tarifeleri için koyduğu sınırlamalar 1928 Ağustos sonu bitiyor, dolayısıyla 1929’dan itibaren yeni, daha korumacı bir gümrük tarifesi uygulamanın imkanlarına kavuşulmuş oluyordu. Ayrıca, Osmanlı borçlarının ilk taksitinin ödenmeye başlayacağı yılın 1929 olması, bu tarihi bir “milat” durumuna getirdi. Aynı yıl dünya ekonomik buhranının patlaması, miladı güçlendirdi.

Yeni gümrük tarifelerinin nasıl olacağı üzerine hükümet kadroları 1925 yılından beri çalışmaktaydı.  Hükümetin isteği üzerine İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası da 1928 yılında ayrıntılı bir tarife önerisi hazırlamıştı. Sonunda 1929 içinde, hem Lozan’da oluşan tarifeden, hem de İstanbul tüccar ve sanayicilerinin önerilerinden daha korumacı özellikler taşıyan yeni gümrük tarifesi uygulanmaya başladı. Orhan Kurmuş’un hesaplamalarına göre, etkin bir koruma duvarı getirilmişti; yüzde  12.9 ortalama nominal koruma sağlayan Lozan tarifesine karşılık, yeni tarifenin ortalama koruma oranı yüzde  45.7 idi.

1929 yılında Osmanlı borç taksitlerinin ödemeler dengesi üzerindeki yükü, 15 milyon TL civarındaydı. Bu, o yılın ihracat gelirlerinin yaklaşık yüzde 10’unu oluşturmaktaydı. Boratav’ın belirlemelerine göre, ilk kez yapılacak olan bu ödeme, yeni gümrük tarifelerinin yürürlüğe girmesinden önce stoklama ve spekülasyon amacıyla yapılan ve önceki yıla göre 33 milyon TL artış gösteren aşırı ithalatla birleşince Türk parasının dış değerini·ağır bir baskı altına soktu. Sterlin ,1929 yılının yedi ayında 10 lira civarında 10,5 liraya yükseldi (Boratav:2005, 49 )

1920’li yılların geçerli kambiyo sistemi içinde Türk lirasının değerindeki bu sert  düşüş, hükümeti ağır bir “para buhranından söz etmeye yöneltecek ve bir yıl içinde dış ticaret ve kambiyo rejimlerinde ilk ciddi devlet müdahalelerini harekete geçirecekti.

Yılın sonuna doğru büyük buhranın ilk etkilerinin hissedilmeye başlanması ve örneğin 1929 yılı ihracatının bir önceki yıla göre yüzde 10 azalarak 18 milyon TL  tutarında  düşmesi bu doğrultudaki eğilimleri hızlandırdı. 1929 yılındaki gelişmeler, iktisat politikalarını 1930’dan itibaren yeni bir doğrultuya sürükleyecekti.  Bu doğrultu, devletin ekonomiye hem doğrudan hem dolaylı müdahalelerinin artacağı “Devletçilik” olarak iktisat yazınında yer alır ve süresi İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar uzanır.

 

EK:

ÖNEMLİ OSMANLI BORÇLANMALARI: 1854-1914

Yıl Anapara (Osmanlı Lirası)  

Borçlanma Nedeni

1854 3.300.000 Kırım Savaşı giderlerini finanse etmek
1855 5.500.000 Bütçe açığını kapatmak amacıyla
1858 5.500.000 Kaimenin (kağıt para) bir kısmının tedavülden kaldırılması
1860 2.240.942 Eski borçların ödenmesi
1862 8.800.000 Sultan Abdülaziz’in mali ıslahat girişimleri, kaimelerin %40’nın satın alınması ve kalanının borç senedi olan tahvillerle değiştirilmesi
1863 8.800.000 Galata bankerlerine olan dalgalı borçları azaltmak ve ayarı bozuk olan paraları ortadan kaldırmak
1865 6.600.000 Eski borçların anapara ve faiz ödemeleri
1865 40.000.000 Borçlara karşı çıkarılmış olan tahvillerin hükümet tarafından uzun vadeli ve harici bir istikraza dönüştürülmesi
1869 24.444.442 Bütçe açıkları ve dalgalı borçların ödenmesi
1870 34.848.000 Rumeli Demiryolları inşası için
1871 6.270.000 Borç anlaşması Credit General Ottoman ve Londra’da Chon Sons ve Dent Palmer ve ortakları ile yapıldı.
1872 5.302.220 Hükümetin çıkarmış olduğu tahvillerin, Credit General Ottoman ve Austro-Tttoman Bankası tarafından %98,5 ihraç fiyatıyla satın alması
1873 12.612.110 Hükümet 1872 hazine tahvillerini zamanında      ödeyemeyeceğini

anladığından 1873 ikinci tertip “umumi borçlar” tahvilleri ihracı

1873 30.555.558 Yeni borçlanma
1874 44.000.000 Vadesi dolan dış borç ve faizlerinin ödenememesi nedeniyle devletin umumi gelirleri karşılık gösterilerek Osmanlı Bankası’nın imtiyazlarının genişletilmek şartıyla bankadan alınan borç
1886 6.500.000 Osmanlı Bankası’ndan muhtelif tarihlerde alınan avansların muntazam borçlar haline çevrilmesi
1888 1.650.000 Osmanlı Devleti’nin Almanya’dan aldığı mühimmat bedelinin ödenmesi
1890 8.609.996 Mümtaz tahvillerin tedbile tabi tutulması, bu amaçla hükümet, Düyun-u Umumiye idaresi ve Osmanlı Bankası arasında bir mukavele

imzalanarak tahviller %4 faizli ve %1 itfalı borca dönüştürülmesi

1890 4.999.500 İç ve dalgalı borçların muntazam borca tahvili
1891 6.316.920 Borç karşılığı yeni tahvil çıkarılması, Osmanlı Bankası ve Rothschild firması tahvillerinin tümünü %90 fiyatla satın almıştır.
1893 1.000.000 Bütçe açıklarını karşılamak amacıyla borçlanma M. Georges de Zogheb’in başında bulunduğu bir banker gubuna yapıldı.
1894 32.400.000 Rumeli Demiryolları Kumpanyası’na yapılacak ödeme, Girit isyanı ve Ermenistan olaylarını nedeniyle ortaya çıkan ek giderler için
1894 8.212.340 1854 ve 1871 istikrazlarının tahvili amacıyla
1896 3.272.720 Rumeli Demiryolları imtiyazını alan şirketin 1885 yılında hükümete verdiği avansın ödenmemiş kısmı olan 20.637.624 Frankın ödenmesi için
1902 8.600.000 Gümrük istikrazı tahvili için
1903 2.376.000 Konya’dan Basra Körfezi’ne uzanacak demiryolunun finansmanı için yapılmıştır.
1903 48.960.000 1888 tarihli Balık avı istikrazının tahviline karar verilmesi üzerine yapılmıştır.
1903 32.738.772 Tedavüldeki B,C,D tertibi tahvillere karşılık olmak üzere yeni tahvil çıkarılması, söz konusu tahvillerin kaldırılması
1904 2.750.000 Anlaşma Osmanlı Bankası, Paris’te bulunan Comptpir d’Escompte ve Fransız bankalarından oluşan bir grupla yapılmıştır. Borca ilişkin tahvil ihracı
 1901-1905 5.306.664 Yeni tahvil çıkarılarak Osmanlı Bankası’na borçlanma
1905 2.640.000 1904 yılında Almanya’ya yapılan askeri mühimmat sipariş bedelleri ve Anadolu şimandiferleri ve Deutche-Bank’a olan avans borçlarının ödenmesi
1908 5.236.000 İnşaatına devam edilmekte olan Bağdat Demiryolunun 840 kilometrelik Bulgurlu – Halep kısmının kilometre teminatının ödenmesi için
1908 4.711.124 II. Meşrıtiyet’in ilan edildiği 1908’de devletin mali sıkıntıda olması. Bütçe açıkları yanında, yüksek faizli avansların da ödenmesi gerektiğinden yeni tahvil ihracı
1909 7.000.004 Bütçe açığını kapatmak için tahvil yoluyla borçlanma
1910 2.712.304 İzmir – Bandırma Demiryolu ve Hüdeyda – Sana şirketleriyle yapılan mukavele gereği borçlanma
1911 7.040.000 8 milyonluk bütçe açığını kapatmak amacıyla borçlanma
1913 1.485.000 Tersane ıslahı için sermaye temini
1914 500.000 İtalyan ve Balkan savaşlarının masraflarını karşılamak amacıyla birtakım imtiyazlı şirketlerden alınan dalgalı borçların, muntazam borçlar haline dönüştürülmesi
Toplam 443.790.616  

Kaynak: İ. Hakkı Yeniay, Yeni Osmanlı Borçları Tarihi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi,

Yayın No: 150, Ekin Basımevi, İstanbul, 1964, s. 20-25 arası ve Aşcı, H. Bahar (2007). Türkiye’nin 150 Yıllık Borç Serüveni (1855-2005), Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat

Anabilim Dalı İktisat Yüksek Lisan Osmanlı Borçlarının Devletler Arasındaki Taksimi s Programı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara,

 

Kaynakça

BORATAV,K,  Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, İmge Yayınevi, 2005, 9.Baskı

BORATAV, K., Türkiye’de Devletçilik, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1974.

BULUTAY, T., TEZEL, Y. S. ve YILDIRIM, N., Türkiye Milli Geliri, 1923- 1948, SBF Yayınları, Ankara, 1974.

DİKMEN,N, “Osmanlı Dış Borçlarının Ekonomik ve Siyasi Sonuçları”, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt:19 Eylül 2005

KEYDER, Ç. , Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye, 1 923- 1 929, Yurt Yayınları, Ankara,1982.

KURMUŞ, 0., ” 19 16 ve 1 929 Gümrük Tarifeleri Üzerine Bazı Gözlemler” , ODTÜ Gelişme Dergisi, 1978 Özel Sayısı.

KURUÇ, B., İktisat Politikasının Resmi Belgeleri, Ankara, 1963.

LENİN,V.İ, Emperyalizm, Sol yayınları, 2009

ORTAYLI, İ., İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, Ankara, 1983.

ÖKÇÜN, G., 1 920-1930 Yıllan Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye, SBF Yayı­nı, Ankara, 1971.

PAMUK, Ş., 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi, 1550-1908, Gerçek Yayınevi, 1988

SÖNMEZ, M, Türkiye Ekonomisinde Bunalım, Belge Yayınları, 1982

SÖNMEZ,M, Kapitalist Devlet İşletmeleri ve Türkiye, TİB Yayınları, 1978

TOPRAK, Z., Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Yurt Yayınları, Ankara, 1982

Written by Mustafa Sönmez