BÜYÜK KENTLERDE, İSTANBUL ARENASINDA SINIF MÜCADELESİ…
MESELE DERGİSİ, KASIM 2010 SAYISIMUSTAFA SÖNMEZKentsel dönüşüm projelerine bir milat vermek gerekiyorsa, sanırım bunu da…
“Çember daralıyor, ama kaçış alanları var”
AKP seçimlere sekiz senedir ağır bir krizle karşılaşmamanın getirdiği özgüvenle ve göz boyayıcı, rant yaratıcı projelerle giriyor. Ama bu özgüveni sarsan bir şey var: CHP’nin ürkekçe de olsa “eski”yi hatırlatan “yeni” söylemi, kaynak sıkıntısı çekmeyeceğini liberallerin de teslim ettiği sosyal vaatleri. Öte yanda, Blok adaylarının sosyalist muhalefetinin güçlenme eğilimi duruyor. Partilerin ekonomik hamle ve vaatlerini Mustafa Sönmez’in güvenilir terazisinde tarttık.
| Söyleşi: Ulus Atayurt
CHP’nin seçim bildirgesinde sosyal devlet vurgusu var. O vurgu şu anki ekonomik durum içinde nereye oturuyor?
Mustafa Sönmez: CHP’nin ekonomik programının iki sloganı var. Biri üretim, üretkenlik, ikincisi bölüşüm. Üretim ayağında yıllık yüzde 7, hatta doğu-güneydoğu için yüzde 9.5 büyüme, bölüşüm ayağında da daha adil bölüşüm, sosyal adaletin tesisi gibi bir hedef var. Tabii işe şu anki büyüme paradigmasını eleştirerek başlıyor. Bu büyüme paradigmasının öncelikle ciddi ölçüde cari açık yarattığını, ikincisi, yeterince istihdam yaratmadığını, üçüncüsü, bölgesel dengelere pozitif etki yapmadığını, dördüncüsü, her türlü bölüşümü negatif etkilediğini söylüyor. Buradan da kendi alternatifini oluşturuyor.
Cari açık liberalleri bile endişelendiren bir hal almadı mı?
Evet, bu büyüme modeli ciddi bir dış kaynağa dayanıyor. Dış kaynağın üç altbaşlığı var: Doğrudan yabancı sermaye, dış kredi ve sıcak para. Küresel krizden sonra doğrudan yabancı sermaye ve bankalardan dış kredi akışı yavaşladı. Sıcak para ayağı önem kazandı. Dolayısıyla, sıcak para geldiği ölçüde ekonomi büyüyor, geri çekildiği takdirde küçülüyor. Türkiye ekonomisinin son yirmi yıldaki büyümesi bu dış kaynağa bağlı. Sıcak parayı getirebilmek için döviz kurunu düşük tutmak ve cazip bir reel faiz vermek gerekiyor. O zaman ne oluyor? Düşük kur faizden giren sıcak para ithalatı cazip hale getiriyor. Yerli üretimde, yerli üretimmiş gibi görülen bir dizi dayanıksız malda, hem de doğrudan mallarda ciddi bir ithalat oluyor. Bu ithalatla mevcut ihracat baş edemiyor, turizm de o açığı kapatamayınca ortaya hatırı sayılır düzeyde cari açık çıkıyor. Şu anki açık 60. 5 milyar dolar. Yani millî gelirin de yüzde 8.5’i. Çok yüksek bir oran. Bunun dışarıya verdiği fotoğraf riskli. Derecelendirme kuruluşları cari açığı yüksek bir ülkenin notunu düşürebilir.
Doğrudan yatırımcılarda da endişeye sebep olabilir mi?
Tabii. CHP buna dayalı bir modelin sürdürülemez olduğundan hareketle “dış kaynağa değil, iç kaynağa ağırlık vereceğiz” diyor. İç kaynak meselesini fazla açmıyor. İç kaynağa döneceksen gönüllü tasarrufları bir şekilde cezbedebilirsin, ama esasen vergi toplaman gerekir. Vergide radikal şeyler yapmak lâzım. Mevcut vergi yapısının üçte ikisi dolaylı vergi üstüne kurulu, sadece üçte biri doğrudan vergi. Onun da önemli bir kısmı, ücretlilerden stopaj yoluyla kesilen vergilerden oluşuyor. Buna karşılık bankalar ve firmalar, kurumlar vergisini çok düşük ödüyorlar. Toplam vergide payları yüzde 10. Daha fazla dolaylı vergi alamayacağına göre –ki CHP’nin taahhütleri içinde mazottan vergiyi kaldırmak da var–, doğrudan vergiler için gücü olup vermeyenlere yüklenmen gerekir. Bunlar kimdir? Kurumlar, bankalar, şirketler, serbest meslek sahibi diye geçinen müteahhit, kuyumcu, tüccarlaşmış mühendis, mimar, doktor, avukatlardır.
35 bin kişinin 1 milyon üzerinde mevduat hesabı olduğu açıklandı. Asıl kaynak burada değil mi?
Burada CHP doğrudan bir şey söylemiyor. Fincancı katırlarını ürkütmek istemiyor şimdilik. Ama şunu söylemesi taahhüttür: Ben iç kaynağa yöneleceğim. O zaman devamını da getirmek durumundasın. Büyümenin iç tasarruflarla, kaynaklarla sürdürülmesi sağlıklı, gerekli ve doğru bir tercih. Bunu yapabilirse sıcak para bağımlılığı, dolayısıyla onun gelmesi için sürdürülen düşük kur politikası ve onun körüklediği ithalat gibi anomaliler azalır, daha sıhhatli bir yere doğru bir yöneliş olabilir. CHP
bu yüzden “iç tasarrufları yüzde 15’lerden yüzde 20’lere doğru çekeceğiz” diyor. Bunun araçları ne olacak? Bunun cevabını vermiyor. Tek yolu vergi reformu. Günün birinde iktidar olursa, ister istemez bu vergi reformunu yapmak, dolaylı vergileri azaltıp doğrudan vergilere yönelmek ve vergi vermeyen kesimden vergileri alarak büyümenin kaynağını yaratmak zorunda.
AKP ise yakın zamanda cari açık konusunda sadece para politikası ile oynadı.
Onların dış kaynağın yerine iç kaynak gibi iddiaları yok. “Sistem işlediği sürece gideriz” diye düşünüyorlar. Ama şunu da farkettiler: Aşırı derecede sıcak para girişinin dış dinamiklerle de ilişkisi var. Küresel krizle beraber faizler sıfırlandı, sıcak paranın adresleri kısıtlandı. Onlar da dönüp dolaşıp Türkiye’ye geliyorlar. Yoğun bir şekilde geldiklerinde kuru aşağı doğru itiyorlar, o düşük kurla ithalat ve yerli üretimde de ithalatın payı artıyor. Evet, bir yanda büyüme diye bir şey var, ama bu, ithal girdilerle gerçekleşen bir büyüme. Bir de buna talep yaratmak için bankalar sürekli tüketiciye kredi kullandırıyor.
Sistem tamamen borçlandırma üzerine işliyor diyebilir miyiz?
Evet, tüketicinin kredi kartı harcamaları artıyor. Ev, otomobil kredileri körüklenmiş vaziyette. Bankalar para satmak için haneyi kullanıyorlar. Hane de bu cazip teklifler karşısında konut, otomobil ve her harcamada taksitlendirmeye yöneliyor. Bu da ithalatı büyütüyor. Bunun üzerine AKP, Merkez Bankası’nı devreye sokarak önce genel politika faizlerini indirdi, ki bu da genel faizlere etki etsin, sıcak paranın iştahı kesilsin. Ona bağlı olarak da bankalara “kredileri kısın, ekonomiyi soğutun, talebi düşürün” dediler. Şimdi bunu tesis etmeye çalışıyorlar.
Ama krediler kısılınca insanların satın alma gücü de azalacak. Buna karşı CHP’nin bir şekilde aile geliri olarak ifade ettiği durum çözüm olabilir mi?
CHP henüz o durumda değil. Bugün ekonomiyi alsalar ne yaparlar, bilinmez. İktidara gelseler varolan cari açığı nasıl makûl düzeye indirirler? Onlar da, ihtimal, önce faizleri düşürme, hane halkının, bankaların iştahını kısma, soğutma yoluna giderler. Sonrasında programlarını uygulama fırsatı ararlar. AKP’nin ise aşırı ısınmış ekonomiyi yavaşlatmaktan öte bir öngörüsü yok. Seçim beyannamelerine de hâkim olan ve pratikte de geçerli olan nokta, sermaye birikimi için daha çok büyük kent rantlarını kullanmak. Sanayi üstünden sermaye birikimi sürdürmenin yavaş yavaş sınırına gelindi. Zaten büyük sermaye, holdingler artık sanayi yatırımı yapmıyorlar. Onun yerine finansa ve özelleştirmeye çıkarılmış büyük projelere el atıyorlar. Koç Tüpraş’ı, Oyak Erdemir’i aldı mesela. Şimdiyse enerji gözde. Dolayısıyla büyük sermaye için birikim kanalları birinci derecede finans ve daha çok da enerji. Devletin boşalttığı alanlarda enerji var ama, bir ölçüde sağlık ve eğitim de var. Artı inşaat ve kent rantı. Özellikle İstanbul’un kent toprağına dönük yatırımlar, niyetler var. Vestel gibi bir kuruluş, beyaz eşya üretirken, karayolları arsasını alıp orada bir rant yatırımına girdi. Hem de bankasını satarak. Bu, diğer büyük holdingler için de geçerli.
AKP’nin beyannamesine göre, duble yol 36 bin 500 kilometreye çıkacak. 10 bin kilometre hızlı tren olacak. Yeni “kentler” inşa edilecek. Altyapı ve inşaat rantı ağırlıklı bir strateji söz konusu. AKP kaynağını görerek mi söylüyor bunları?
Daha çok İstanbul üzerine odaklanıyor. İstanbul’a yapılacak rezidans ve gökdelenleri, kamu altyapılarının üzerine bina edilecek özel yatırımları dışarıya satmayı ümit ediyorlar. Sanayi malı ihraç edemiyor, kent toprağı üzerine bina edilmiş gayrımenkulleri satarak döviz girişi olabileceğini düşünüyor.
Epey zamandır hedeflenen şu: İstanbul’u bir küresel kent, kontrol kulesi yapmak. Uluslararası firmaların Akdeniz’i, Ortadoğu’yu, Kafkasları kontrol edebilecekleri üs İstanbul olsun istiyorlar. Buraya gelip yerleşecek olan çokuluslu şirket elemanlarına konut tesisleri, çocukları için okul, eğlence mekânları, onların talep edeceği alışveriş merkezleri ve hayat tarzları yapmayı hayal ediyorlar.
Bu iktisadî açıdan artık geçer akçe olmayan bir uygulama değil mi?
Kent rantı İrlanda, İspanya ve Dubai’de sınırlarına ulaşmış, hatta krizle yüzleşmiş durumda.
Oralarda ulaştı, ama şu iddia var: İstanbul’u hâlâ finans merkezi yapabiliriz. Sermaye optiğinden bakıldığında, kaçınılmaz bir şey. Tüm kamu kaynaklarını İstanbul’a teksif ediyor. Zaten bölgesel problemleri olan bir ülkede ciddi bir dengesizlik yaratacaklar. Kamu kaynaklarını eğitim, sağlık, adalet gibi sektörlerden alıp ağırlıkla ulaştırma ve kent altyapısına tahsis ediyorlar.
CHP ise bölgesel üretime ağırlık vermek istiyor. Hatta birtakım bölgesel planlama önerileri getiriyor.
CHP sanayinin şu anda düşük katma değerli yapısını dönüşüme uğratıp daha yüksek katma değerli sanayi üretimine geçiş yapmak, özel sermaye birikimini kent rantlarına değil de, yeniden sanayiye özendirmek istiyor. Birikimin yolunu bu modelden bulmanın daha kalıcı olacağına inanıyor. Tabii AKP’nin de seçim bildirgesine yansımayan kendine göre bir sanayi stratejisi var, ama CHP onların ifade etmediği oranda bir katma değerden, ihracata dönük sanayileşmeden söz ediyor. Önemli bir fark da, CHP’nin kamu müdahalesini öngörmesi. Zaten 2008-2009 krizinden sonra, artık kimse “bu işi piyasalara bırakalım” diyemiyor. Hem dolaylı para politikalarında hem de maliye politikası üzerinde kamu müdahalesi geçerli. CHP de “hem Türkiye’nin buna ihtiyacı var, hem de artık dünya böyle bir yer” diyor. Bölgesel problemleri çözmek için de “gerekirse yeni KİT’ler kurarız, Et-Balık Kurumu gibi” diyebiliyor.
AKP de bu konularda esnek değil mi? Et-Balık Kurumu’nu pratikte neredeyse tekrar devletleştirdiler.
Mecbur kaldılar, çünkü ciddi bir gıda güvenliği meselesi çıktı. Türkiye, tarım ve tarım ürünlerinde net ithalatçı durumuna düştü. Hububattan ete süte kadar ithalata başladı. Dünyada iki şeye çok dikkat ediyorlar: Biri enerji, diğeri gıda güvenliği. Bunlarda ithalata muhtaç kaldığınız anda canınıza okurlar. Enerji neyse de, Türkiye’nin bir zamanlar ihracatının tamamını tarımdan yaparken şimdi tarım mallarını ithal eder duruma düşmesi kabul edilebilir bir şey değil. Bu, sokağa da çok kolay yansıyor. AKP gündelik önlemlerle bunu yürütüyor, ama esaslı bir tarım politikası yok. Şimdi GAP’ı bitirmeye çalışıyorlar, onun için de kaynağı işsizlik sigortasından alıyorlar. CHP’nin bu konuda iddiaları var: Güneydoğu Kalkındırma Projesi ve tarıma etkisi olsun diye sulama yatırımlarını bitirmek, toprak reformu yapmak, mayınlı toprakları üretime açmak.
Toprak reformu sadece mayınlı topraklar için mi geçerli?
Yine fincancı katırlarını ürkütmemek üzerine kurulu bir durum var. Güneydoğu’daki ağalık sisteminin hışmını üstüne çekmemek için açıkça “toprak reformu yapacağız” denmiyor. Halbuki Diyarbakır ve Urfa’da müthiş bir toprak adaletsizliği var. GAP yatırımlarıyla beraber eşitsizlik müthiş büyüyecek. Sulamadan büyük toprak sahipleri nasiplenecek. Sulama yatırımlarını tamamlamanın yanısıra, mutlaka topraksız köylüye toprak dağıtmak gerekir.
Yeni bir göç dalgasının işaretleri var mı?
Yok, göç bölge içinde kalır. Güneydoğu artık göç vermiyor. Özellikle batı bölgelerinde maruz kaldığı linç hadiselerinden dolayı bölgenin yoksulları en fazla bölge kentlerine göçüyor. İş bulamasa bile Diyarbakır’ın, Batman’ın merkezine geliyor. Buralarda şehirleşme ve işsizlik Türkiye oranlarının çok üzerinde. Sulama ve toprak reformu, eğer yapılabilse, kent nüfusunun tekrar köylerine dönmesi anlamına geliyor.
CHP’yle AKP’nin GAP, DOKAP gibi büyük projelere gelişmeci açıdan baktığı ve bunların tabanda bir reform olmadan yapıldığında pozitif sonuç vermeyeceği açık değil mi?
Bu projeler göz boyama. Belki de bölge milletvekillerinin baskısıyla niyet edilmiş, oluşturulmuş, fakat ilerlemeyen işler. Onun yerine şu da var: AB’nin önerdiği modelle, ülkeyi 26 bölgeye ayırıp sonra bunlara birer kalkınma ajansı kurdurmak ve bunlar üstünden bölgeleri birbirleriyle yarıştırıp güya optimum kalkınma modelini bulmak. Bu hayata geçirilmeye çalışılıyor, ama doğrusu çok da samimiyetle sarılınmış hikâyeler değiller. Zaten bölgesel kalkınma, planlama işidir. Plan olmayınca bölgelere ivme kazandırmak gibi bir şey kalmıyor geriye. İşi büyük ölçüde piyasaya bıraktıkları için dönüp son 15-20 yıla baktığımızda bütün gelişmenin İstanbul ve çevresinde toplandığını, buna karşılık Anadolu’da Kayseri, Antep, yakın zamana kadar Denizli gibi birtakım vahaların oluştuğunu, bunun dışındaki bölgelerin kan kaybına uğradığını görüyoruz. Doğu Karadeniz, Güneydoğu Anadolu, Karadeniz daha fazla kan kaybına uğruyor, ama orta bölgelerde de hayat yok. Ege’nin arka tarafı Kütahya, Uşak, Afyon, Akdeniz’in arkası Burdur, Isparta, Orta Anadolu’da Yozgat neredeyse tamamen bitmiş. Hem göç veriyorlar hem iyileşemiyorlar. Sanayi de kâr oranlarının düşmesinden sonra küçük ve orta sermayeye bırakıldı. Bunların bir kısmı, mesela tekstil hâlâ İstanbul’da. Sanayi daha çok Kayseri, Antep, Denizli, Konya’da icra ediliyor. AKP’ye de yakın duran, kısmen cemaat ilişkilerinin sirayet ettiği bir kesime bırakıldı. Büyük sermaye zaten elindeki sanayiyi, otomotiv, beyaz eşya, demir-çelik gibi kârlı sektörleri tutuyor, yeni alanlara girmiyor. Enerji, iletişim, bilişim, yeri geldiğinde sağlık ve eğitim yeni baktıkları alanlar olabiliyor.
Konya, Kayseri gibi yerlerdeki muhafazakâr burjuvazi serpildikçe külfetli sanayi yatırımından kaçarak küçük ölçekli özelleştirmeye, mesela küçük bir şehrin enerji şebekesine ya da bir hastane yatırımına dönmeyi düşünmüyor mu?
Tabii. Bu bir ölçüde AKP tarafından teşvik de ediliyor. TOKİ yatırımları genellikle bölgesel müteahhitlere veriliyor, sağlıkta dönüşümle beraber özel hastanecilikte oralardaki yatırımcılara arka çıkılıyor. Sanayide tamamen Asya’yla yarışabilir bir sektör seçimi oluyor. Tabii ibadullah kullanabilecekleri güvencesiz ve niteliksiz bir işgücü var. Türkiye’nin ihracat gücü olan ne malı varsa, bu işgücüyle yapılıyor. Ama tabii palazlananlar da gözünü yüksek kâr oranlı sektörlere dikiyor, İstanbul’a gelip pay almak istiyor. Kiler Grubu, İstanbul’un en büyük gökdelenini dikiyor. Medical Park diye bir sağlık zinciri kuruyorlar. İktidarın ellerinin altında olmasının nimetlerini de ihtirasla kullanmak istiyorlar.
CHP’nin kent rantıyla ilgili söylemi oldukça muğlak. “Kentsel dönüşüme hız verilecek” deniyor. Ama bir yandan da “kentsel rant kamulaştırılacak” deniyor. Bundan neyi anlamalıyız?
Başta İstanbul, büyük şehirlerde göçün sonucunda hem konut, hem işyeri talebi artıyor. Dolayısıyla daha fazla alanı imara açmak gerekiyor. Bundan hiçbir yönetim kaçamaz. Ama bundan dolayı ortaya çıkan rant artışını vergilemeyle kamuya mâledebilirsiniz. AKP’nin yaptığı Levent’teki, Maslak’taki, şimdilerde Ataşehir ve civarındaki büyük imara açma ve emsal verme hikâyelerinde kayda değer bir vergilendirme yok. İstanbul bu saatten sonra sanayi kenti olmaz, hizmet şehri olacaktır. Ama CHP “imar faaliyeti olursa ben ortaya çıkan kent rantını vergi biçiminde kamulaştıracağım” diyor. Doğrusu da budur. Kent rantından alınan verginin kentin yoksulları için, onların barınma başta olmak üzere ihtiyaçları için harcanması gerekiyor. CHP de İstanbul’u “küresel kent” olarak tahayyül ediyor. CHP’nin itirazı, rantın yoksullara paylaştırılması noktasında. AKP’nin İstanbul’la ilgili büyük pojeleri ne kadar propagandif, ne kadar programatik, tartışılır. Seçim döneminde daha da propagandif görünüyor. Gerçekleştirilmesi kolay olan, izin verilebilecek şeyler değil. İstanbul’un bir çevre planı var. Orada “üçüncü köprü olamaz, kentin kuzeyi onun akciğerleridir, kent güneyden büyüyecek” deniyor. İşte zaten onun devamı olarak Kartal’a merkez yapmayı, Küçükmece’yi güneye çekmeyi, Levent-Maslak aksındaki yoğunlaşmayı dağıtmayı düşünüyorlar. İki şehir tahayyül etmek, kanal açmak, tüm 2023 söylemi çok propagandif duruyor. Bırakın 2023’ü, daha burnunun ucunu göremiyor. Herhalde bir kamuoyu yoklaması yaptılar, “büyük projeler seçmene hitap ediyor” diye tespit ettiler. Hızlı tren, uçağa binmek, sağlıkta evine aile hekiminin gelmesi, refah dağıtılıyor izlenimi yaratıyor. Bir de, seçim gündeminde AKP’nin seçmene satabileceği başka bir şey yok. Çıkıp “yoksulluğu, işsizliği halledeceğim” deseler, “bunlar sekiz-dokuz senedir senin iktidarında ortaya çıkan sonuçlar, halledemedin” derler. Sepette iyi durmayan bir malzeme olurdu.
AKP “istihdam oranını yüzde 50’ye çıkaracağız, işsizliği 2023’e kadar yüzde 5’e çekeceğiz” diyor. CHP’nin ise işsizliği ve yoksulluğu azaltmak için aile sigortası, temel iş yasası gibi bir dizi önerisi var. CHP bu açıdan AKP’ye ciddi bir alternatif sunuyor mu?
CHP’ninki bir sosyal koruma programı. AKP “bunu hangi kaynakla yapıyorsun” diye sordu, “biz zaten yapıyoruz” dedi. Dönüp bakınca, AKP’nin çeşitli sosyal koruma programlarını görüyoruz. Yeşil kartla 10 milyon insana bedava sağlık hizmeti veriyor. Sosyal Güvenlik Kurumu, 65 yaş üstü yaşlılara ve özürlülere maaş ödüyor. Şehirlerde, ilçelerde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı üstünden kömür, gıda, beyaz eşya yardımları veriliyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Çocuk Esirgeme Kurumu var. Yurt-Kur çocuklara kredi, yurt, burs veriyor. Bütün bu sosyal programların toplamı 11 milyar lira ediyor. Bu da millî gelirin sadece yüzde 1’i. 735 milyar dolar millî gelir üreten Türkiye, 14 milyon insana bu kadar ayırıyor. Bu da, oya tahvil edilecek bir sadaka politikasıyla aktarılıyor. Çok ciddi bir adaletsizlik var. CHP “hem yeterince vermiyorsunuz, hem de oya tahvil edip mürit-cemaatlerle insanları minnet altında bırakarak yapıyorsunuz” diyor. “Ben buna yurttaşlık hakkı diyeceğim, miktarı da yükselteceğim” diyor. Bence bu, vatandaşa değdi. Her aileye, kadının hesabına 600 lira aktaracaklar. Bunlar verilmeyecek rakamlar değil. Gidip bazı gelirlerden kısarsan, polis, asker, MİT, faiz harcamaları da olur, rahat rahat kaynak çıkarabilirsin. Vergi reformunu da yaparsan, kaynak iyice artar. Yapılabilir, ama CHP yapar mı, yaptırırlar mı? Orası belli değil. Ama yaparsa müthiş bir dönüşüm gerçekleştirir. Bunu Brezilya’da Lula yönetimi yapabildi. Yapanlar büyük siyasî destek gördüler. CHP bunu Bakırköy belediyesinde yaptı. Ama yerel yönetimlere kısıtlı bir kaynak aktarımı var sonuçta.
AKP ne kadar yerel yönetimler vurgusu yapsa da, son dokuz senede ciddi bir merkezîleştirme söz konusu. İstanbul-İzmir otoyol projesini planlarken hiçbir yerel yönetime sormuyor mesela.
Yok. Toplam devlet gelirleri içinde yerel yönetimlerin kaynakları hâlâ çok yetersiz. Yerel yönetimlere tanınmış bir inisiyatif yok. İl özel idareleri, İller Bankası da dahil. Mesela TOKİ 32 milyar yatırım yapmış. Yüzde 30’u İstanbul’da, yüzde 10’u Ankara’da. O faaliyetlerde bile belediyelerde inisiyatif yok, kontrol tamamen TOKİ’de. Belediyeler iş yapabilmek için TOKİ ile anlaşmak zorunda.
CHP seçim bildirgesinde “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi’ndeki çekinceleri kaldıracağız” diyor. İktisadî açıdan yerelliğe yapılan vurgu sonuç verecek mi?
BDP demokratik özerkliği başta kendi bölgelerine bir model gibi takdim etmişti. Ama model, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku ile beraber ayakları üzerine oturdu. Bu, aslında bütün Türkiye için geçerli olması gereken bir proje. Bunu Türkiye solu sahiplenmeli ve içini doldurmalı. Orada bir iskelet var. Fiiliyatta nasıl olacak, BDP de çok bilmiyor. Ama gerçekten de hem demokratikleşmenin, hem de bölgesel eşitsizlikleri azaltıp daha adil bölüşüm sağlamanın ciddi bir aracı olabilir. Yeni bir bölgesel yönetim ve bölgelere daha fazla söz hakkı tanımlaması çok önemli.
CHP’nin yerel yönetim şartındaki çekincelerin kaldırılacağına dair bir taahhütte bulunmuş olması bizi bu amaca çok yakınlaştırıyor. Bu, CHP’nin baştan beri konuştuğumuz üretici, bölüştürücü ekonomik önermelerini de destekleyen, pekiştiren bir şey. Bir de ortada İspanya gibi bir örnek var. 17 özerk bölge işliyor. Tabii AB üyesi olmanın avantajları da var, ama ciddi bir bölgesel iyileşme, refah artışı gerçekleşti bütün bölgelerde. Ama her ülkenin kendi modeli vardır. Türkiye için hâlâ geçerli olan, bütün kaynakların merkezde toplanması, sonra oradan adilâne dağıtılmasıdır. Kimseye “yerel kaynağını kullanabilirsin” inisiyatifini vermemek lâzım, çünkü bu işten gelişmiş bölgeler kârlı çıkar. Kaldı ki, vergi ve sigorta primleri tüm devlet kaynakları içinde yüzde 75-80’e yakın bir paya sahip. Yani bu işten az gelişmiş bölgeler zararlı çıkar.
AKP’nin ekonomi performansında özelleştirmelerin payı ne kadar? Bunun sınırına dayandık mı?
Özelleştirme, kamu maliyesine bir ölçüde derman oldu. Mesela Telekom’un satışı, ciddi ölçüde bir borç yükünün azaltılmasına etkide bulundu. O da AKP’nin mahareti sayılmaz, çünkü altyapıyı Kemal Derviş hazırladı, satışlar AKP’ye kısmet oldu. Bu konuda iyi bir tüccar olduklarını kabul etmek lâzım. Bir de, dünya krize girmeden satışlar gerçekleşti. Bu zamanda bu fiyatlara satamama gibi dertleri olabilirdi. Nerden bakarsanız Türkiye’de kamu maliyesi birçok Avrupa ülkesinden daha düşük bütçe açığı, kamu borç yüküyle krize girdi. Bu da bir ölçüde özelleştirme sayesinde yapıldı. Özelleşecek ne kaldı? Enerji var, Millî Piyango gibi bir-iki işletme ve kamu bankası var. Ama asıl olarak kent rantı var. Galataport, Haydarpaşa projesi gibi, İstanbul topraklarını fiilen, çaktırmadan, TOKİ eliyle satma stratejisi hâlâ geçerli. Dibini kazıyıncaya kadar götürebilirler bunu. Sağlığı özelleştirmekte de henüz gidecekleri yol var. Kamu hastanelerini önce ticarî işletme haline getirmeyi, sonra zaman içinde özel sektöre devretmeyi düşünüyorlar. Eğitimde özelleştirmeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar, ama kent rantını üniversiteler üzerinden artırabilirler. Kent toprağını eğitim ve sağlık üstünden satma projeleri var. 28 büyük şehirde sağlık kampüsleri kurmayı planlıyorlar. “Arsa benden, sen hastaneyi kur, istersen hastane etrafına otel, alışveriş merkezi yapabilirsin” diyorlar. Sağlık Bakanlığı bünyesinde Kamu Özel Ortaklığı diye bir daire kurdular. Yarın müteahhite “Galatasaray Üniversitesi’ni Şile’de kur, orada yurtlar, oteller yapabilirsin” diyecekler.
Enerjinin her safhadaki özelleştirmesi tüketicinin üzerine çok büyük bir külfet getirecek. Dışa bağımlılık da hızla artıyor. CHP’nin bildirisinde ise enerjide kamu-özel ortaklığı gibi muğlak bir tabir var. Muhalefet cari açıktaki en büyük kalem olan enerjide nasıl bir yol çizebilir?
AKP çok ciddi bir yaklaşım hatası yaptı. Yasayla kamunun enerji yatırımı yapamayacağını bağladılar, sonra özel sektöre dönüp “yatırım yap” deyince bekledikleri yatırım gerçekleşmedi. Dolayısıyla üretimde ciddi bir bozgun var. Şu an ithalatla ayakta kalabiliyorlar. Bu da ciddi bir cari açığa neden oluyor. Yerli üretimi nasıl halledecekler? Bütün ipleri özel sektör kazığına bağladıkları için hata yaptılar, ama geri de dönemiyorlar. CHP bundan çarkedip “enerjiyi kamu üretim alanına çekeceğiz” diyor. Ama yine fincancı katırlarını ürkütmemek için “bunu kamu-özel ortaklığı ile yapabiliriz” diyor. CHP’nin özelleştirmeyle ilgili böyle bir muğlaklığı söz konusu. Şöyle bir rahatlıkları var: Özelleştirecek şey kalmadı, dolayısıyla sermaye fazla baskı yapamaz. Özelleştirmeyi sadece KİT’lerin satılması gibi algılıyorlar. Ama sağlıkta, eğitimde, belediye hizmetlerinde, sonu gelmemiş bir dizi özelleştirme var. Sermaye kendine yeni kulvarlar aradığında “sürmekte olan kamu hizmetlerini bize bırak” baskısı yapacak. CHP “eğitim ve sağlığı kamu hizmeti olarak görüyoruz” dedi, ama bu kadarla kaldı. “Birileri özel hastane, özel üniversite kurabilir, buna engel koymayız” diyor.
CHP özelleştirme bağlamında “kamu işletmelerinde taşeronluğu kaldıracağız” da diyor.
Kamuda zor değil. Sonuç olarak “kamu hizmetlerini kendi bünyemizde yapacağız, bu işi yapanların hepsi devlet memuru veya kamu işçisi olacaktır” denebilir.
“Bütün sektörlerde taşeronlaşmayı kaldıracağız” diye bir doğrudan söylemi göremiyoruz.
Ama bu düzenlenemez diye bir şey yok. İş Kanunu ile sendikasızlaşmaya da çok ciddi bir düzenleme getirebilir. Der ki, “bir iş kolunda yapılmış sözleşme varsa, bu sözleşme tüm işyerlerine teşmil edilebilir.” O zaman adam sendikalaşmadı ya da toplu iş sözleşmesi yok diye haklarından mahrum kalmaz. Pekâlâ teşmil usûlüyle o standarda yükseltebilir.
Bloka oy vereceğinizi açıkladınız. Blokun ekonomiye yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
Blok’un ekonomik programı prensip anlamında duymak istediğimiz sosyal adalet, bölüşüm ve emek önceliğine vurgu yapıyor. Bölgesel eşitsizlikleri giderici, bağımlılığı, sermaye tahakkümünü azaltıcı, kamu üretimini öne çıkaran, kırlarda kooperatifleşmeyi dile getiren bir program. Dolayısıyla, herhangi bir sol programda duymak isteyeceğimiz kalemler mevcut. Zaten belediyelerde sadece ekonomik değil, demokratik işleyiş olarak da kitleleri sürece katan, mobilize eden bir yerel yönetim anlayışları var. Diyarbakır’da, Tunceli’de ve diğer şehirlerde de fiilen görülüyor. Bu tartışma artık özellikle blokun BDP bileşeni açısından, demokratik özerklik, özerkleşme, bunu bütün Türkiye için tartışma noktasına doğru çekilecektir. Yeni dönemin belki verimli, sıhhatli ve mânâlı gündem maddelerinden biri bu olacak. Bloka “ne istiyorsunuz” diye sorulunca, onlar “bunu istiyoruz, gelin bunu tartışalım” diyecektir.
Blok Meclis’te ve sokakta ciddi bir muhalefet örgütleme potansiyeline sahip mi?
O sıkı bir sınav. İlk defa Kürt siyaseti sosyalist harekete bu ölçüde yaklaştı. Sınıf diline geçiş halindeler, Türkiye partisi gibi davranıyorlar. Bu seçimlere yansır ve karşılığını alırsa, Meclis içinde çok ciddi bir grup olur. Hem Kürt meselesinin çözümü, hem de Türkiye’de sosyalist solun pratiği ve gelişmesi açısından önemli bir pencere açılır.
Yakın vadede ekonomik kriz ihtimali var mı?
Enteresan bir konjonktür var. Dünyada sular durgun olsaydı, bu böyle olmayabilirdi, kriz ihtimali daha çok ortaya çıkabilirdi. Türkiye, bütün olumsuz göstergelere rağmen, dünyanın durumu kötü olduğu için biraz daha suyun üstünde kalabilir. Bu kötü iklim Türkiye’ye yarıyor. Avrupa ülkelerinin bütçe açıkları, kamu borç stokları öyle felaket boyutta ki, Türkiye onlar için gidip sığınılacak, yatırım yapılacak yerlerden biri gibi görünüyor. Ama bu cari açıkla eski büyüme temposunu sürdüremezler, düşürmek zorunda kalırlar. İşsizlik oranı inmez, yüzde 12’lerde kalır, ama birdenbire kur şoku da yaşanmaz. Böyle şeyler olmayınca da Türkiye’de ciddi bir kriz hali hissedilmiyor. Sokaktaki insanların durumu bir kriz olarak algılayabilmesi için kurun yükselmesi önemli. 2001’de insanlar bir kur şoku yaşamıştı. 2009 başlarında bunu gördüler, ama üç ay sonra sıcak para geri geldi. Dolayısıyla cari açığa tayin edici bir rol biçmek fazla ekonomizm olur. Çember daralıyor, ama 2011’in ikinci yarısında birden bir çöküş olmaz. Sistem yavaş yavaş çürüyor. Kaçış ve tahammül alanları var.
Bu yavaş çürümeye AKP nasıl bir refleks verebilir?
2008’in son çeyreğiyle 2009’un ilk çeyreği böyle bir hükümet dönemi oldu. AKP birden denizin büyük dalgalar yarattığı bir konjonktürü yaşadı, ama orada da dümen tutmayı iyi bildi. Devraldığı miras açısından söylem alanı da vardı. İkincisi, IMF’ye teslim olmamak gibi bir söylemi kullandı. Kendi düzenlemelerini yaparak dışardan ciddi bir döviz girişini gerçekleştirdi. Kur şokunu atlattı. Mesela kamu maliyesinde birtakım vergilerden vazgeçti, o sayede içerde talep iyileşmesi oldu. Bunu çok da yabana atmamak lâzım. Sert iklimle karşılaşınca afallamıyorlar. Bir de karşılarında Avrupa’dan farklı olarak çok örgütsüz bir toplum var. Ne ciddi bir sendikal muhalefet, ne de ciddi bir yerel örgüt var. Siyaseten etkili bir ana muhalefet olmayınca da işleri kolaylaşıyor.