Her şey nasıl da çakıştı! 2023, Cumhuriyetin ikinci yüzyılına adım, 2023, yirmi yıllık otoriter, tek adam rejiminden kurtulmak için seçim yılı; 2023 son yüz yılın en büyük depremlerini yaşadığımız ve güvenli barınmanın bir numaralı mesele olarak yüzümüze çarptığı bir yıl…

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına Türkiye daha iyi şartlarda girebilirdi. Her şeyden önce, demokratikleşmiş, laik, bir uygar dünya üyesi ülke olma yolunda önemli mesafeleri geride bırakmış bir ülke olabilirdi. Demokrasisinin niteliği kadar ekonomisinin gelişkinliği, Avrupa Birliği normlarında olabilirdi mesela. Emeğin özgürce örgütlendiği, sosyal devleti gelişkin, toplumsal kimliklere, kadın-erkek eşitliğine, inanç farklılıklarına saygılı bir toplum olma yolunda çok ileri bir yerde olabilirdi.

Gelişmenin mekana yansımasında, daha az bölgesel eşitsizlik sorunumuz olabilirdi. Kırları bu kadar hızlı ıssızlaşmamış, hem bölgelerarası hem kent-kır arası fark bu kadar derinleşmemiş olabilirdi. Tarımı sanayisiyle entegre, gıda, enerji güvensizliği yaşamayan bir ülke olabilirdik.

Büyük kentler bu kadar sorun yüklü olmayabilirdi, betonlaştırılan İstanbul içinden çıkılmaz bir sorun yumağı olmaktan kurtarılabilirdi. Dünyanın ortak sorunu olan iklim krizi karşısında çok önceden önlemler alınmış olabilirdi. Bir deprem ülkesi olduğumuz unutulmayıp afetle yüzleşeceğimiz çok önceden belli illerde, riski azaltacak önlemler alınabilir, kırılganlıklar azaltılıp daha az can ve mal kaybı ile afetlere karşı konulabilirdi. Bunların maalesef çok azı gerçekleşebildi.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına Türkiye, ağır bir ekonomik krizle girdi, adil bir seçimin yapılıp yapılamayacağı endişesi gerilimleri artırdı. 2018’den bu yana uygulanmakta olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin dayattığı sağlıksız “Tek adam” kararlarıyla yönetilen Türkiye’nin her yandan dikişleri attı ve bunun en acı faturası, dehşetli bir depremi devlet yönetemeyince, ödendi: 50 bini aşkın can kaybedildi, 650 bini aşkın konut ve işyeri yıkıldı.

Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle toplum birçok açıdan çok geriye götürülmüş olsa da 2000’lere doğru Türkiye’nin geçmişe dönük kayıplarını telafi etme, uzlaşının, her düzeyde adaletin tesis edilebileceği konjonktürleri olmadı değil. 1990’ların birçok yılı böyleydi, ama başarılamadı.

Hem ekonomide yaşanan türbülanslar, hem belli odaklarca körüklenen şiddet iklimi, Türkiye’ye, sağlam bir halkayı yakalama, sağlam bir yol haritası çizerek istikrarlı bir yürüyüşe geçme imkanı tanımadı. 17 bin can kaybının yaşandığı 1999 Marmara depremi, hiçbir şey eskisi olmayacak, dedirtti ama öyle olmadı. Depremin de sarsıntısıyla 2001’de yaşanan ağır ekonomik kriz, sonraki yıllara da damgasını vurdu. Krizi aşmak için katlanılan ağır ekonomik reçeteler, belki tünelin ucundaki ışığı gösterdi ama tünelden gelen lokomotif, özellikle kamu desteğine muhtaç tarım kesimini, dar gelirli emek sınıflarını, sosyal yardımla ayakta duran kesimleri ezdi geçti. Bu kesimlerin 3 Kasım 2002’de sandıktaki öfkesi, acı reçeteyi uygulayan koalisyon ortağı partileri, seçim barajının altına itti. Bu cezalandırma yaşanırken “Muhafazakar-demokrat” olduğunu iddia eden Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP), politik İslam kimliğini örtülü tutarak iktidara oturdu.

2002 sonrasının dünya konjonktürü, izlenen  acı reçetesinin açtığı yol, yeni bir başlangıç yapmaya yine uygundu. Bu yeni ufukta, siyaseten farklı kimlikler, farklı sınıflar, bir uzlaşı noktası bulabilir, yılların yapısal sorunlarına ortak akılla çözümler üretilebilir, dünya ekonomisi ile salt yatırım, ticaret, finans üstünden değil, adil yargı, sosyal devlet, liyakat, sekülerizm temelinde entegrasyon sağlanabilirdi.  Anayasal hakların özgürce kullanıldığı, sendika, toplu sözleşme, grev hakkının kullanılabildiği, sosyal devletin yeniden inşa edildiği, eşit yurttaşlık temelinde barışık bir toplum için bir yol haritası çizilebilir ve o patikada birlikte yürünebilirdi.

Ama öyle olmadı. “Vesayeti kırmak” adı altında hukuk devletini ele geçirip ülkeye korku iklimini salan AKP iktidarı, “Vesayetçi” diye kodladığı sivil-askeri bürokrasiyi adil olmayan yargıyla teslim alırken adım adım iktidarını bir korku imparatorluğuna dönüştürdü.

2001 krizi sonrası önü açılan özelleştirmeler ile hatırı sayılır bir dış kaynak temini sağlayan iktidar, dışarıya verdiği “Muhafazakar demokrat” görünümle AB adaylığına hazırlanan bir yönetim imajını da yine dış kaynak girişine tahvil etti ve bu girişler, uzun yıllar döviz kurunu aşağıda tutarken yüzde 6-7’leri bulan bir büyümenin ve seçmen desteğini artırmanın da rüzgarı oldu.

İktidar, ülkenin konut ve kentsel altyapı açığını fırsat bilerek, özellikle İstanbul eksenli inşaata dayalı büyümeyi rota olarak seçti. İstanbul ve Marmara’nın, riskli fay hatları üstünde olduğunu unutan rejim, köpürtülmüş İstanbul rantını, partinin organik inşaat sermayedarları arasında ve parti aktörleri arasında paylaştırdı. İç pazara dönük bu inşaat faaliyetini finanse edecek dış kaynak girişi, yarattığı kırılganlıklara rağmen,  sürdükçe, çark da işledi ve üst üste seçimler kazanıldı.

Ancak, bu dış kaynak girişinin rüzgarı kesilince, 2013 sonrası şemsiye ters döndü. Artık, döviz fiyatının yükselmesi tehdidi altında sarsılan, demokratlık yaldızları Gezi gösterileri ile dökülen despotik bir yönetimin hukuksuzluklarına şahit oldu ülke.

Türkiye, özellikle 2013 sonrası hızla otoriterleşen, yargının araçsallaştırıldığı, kamu kaynaklarının, varlığının kayırmacı bir biçimde talan edildiği bir yapıya dönüştü. Bu yönelişle, ne eskiden olduğu gibi toplumdan rıza almak ne de ekonomik yeniden üretimi genişletmek mümkündü artık.

2018 sonrasında  Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yönetme sorununu aşacağını sananların kısa sürede yanıldıkları ortaya çıktı. 2019 yerel seçimlerinin sonuçları, bu rejimin çökmeye başladığının ilk işaretiydi. 2020 ve 2021’de Covit’19 pandemisini yönetmekte de başarısız olan rejim, 2023 seçimlerini kurtarmak telaşı ile attığı tüm adımlarda büyük hatalar yaptı. Özellikle döviz fiyatını patlatan düşük faiz politikası ile tüketici enflasyonu yüzde 80’leri aşan boyutlara tırmandı. Tapındıkları piyasa ekonomisinin tüm kurallarını ihlal etme pahasına alınan önlemler işe yaramadı ve toplumda hızla bu iktidardan kurtulma çabası ortaklaştı, rejimin yerini alacak bir muhalefet bloğu kısa sürede vücut buldu.

Türkiye 14 Mayıs seçimlerine hazırlanırken 6 Şubat’ta gelen depremler, bu rejimin ne kadar liyakatten uzak, yanlış karar ama süreçleri yaratmış, beceriden yoksun ve kayırmacı olduğu gerçeğini tüm topluma gösterdi. Depreme müdahalede yetersizlikler, atalet, insan ve maddi kaynakların kötü kullanılması, dışlama, ortaya olabilecekten daha fazla can ve mal kaybı çıkardı.

2023 seçimleri, 2024’te yapılacak yerel seçimler, yeniden Türkiye’nin önüne fırsat pencereleri açıyor. Türkiye, acı bedeller ödeyerek ne yapmaması gerektiğinin yeterli dersini biriktirmiş durumda. Şimdi artık neyi doğru yapmak gerektiği ana gündem. Yaşananlar, Türkiye’nin en az 5 yıl deprem odaklı, sosyal bir program izlemesi gerektiğini ortaya koyuyor. 11 ildeki yaraları sarmak, yaklaşan İstanbul(Marmara) depreminin riskini en aza indirmek, tüm Türkiye’de afetlere dayanıklı ,güvenli barınma meselesini, 1 numaralı mesele haline getirdi. Artık bunun farkındalığı ile geleceğe adımları atmak, her birimizin baş hassasiyeti olmak durumunda.

Written by Mustafa Sönmez