Mustafa Sönmez

19.02.2010, Cuma
Türkiye’nin 1980 sonrası dışa açılarak(saçılarak) kapitalistleşme serüveni, tüm toplumsal dokuyu alt-üst etti. Bugün gelinen yer itibariyle, nüfusun dörtte üçü kentlerde. Kırlarda kalan yüzde 25 nüfus, milli gelirin ancak yüzde 8’ini üretiyor. Bu gelirle de geçinemediği için kısa sürede onlar da kentlere akacak. Yıllık artışı yüzde 1,5’i bulan ve 2009 sonunda 72,5 milyona ulaşan nüfusun iş-aş meselesi, özellikle kentlerde büyüyor. Ancak kentlerde yeterli istihdam imkanı yok. 2009 sonunda 15 yaş nüfus 52 milyon, ama işgücü olarak sahne alanlar 25 milyon. Yani yüzde 50’den azı işgücüne katılıyor. Bunların da 3,3 milyonu iş arıyor ama bulamıyor. 2 milyon bir işsiz daha var ki onlar da iş aramaktan umudunu kesmiş, ama iş bulursam çalışırım diyenler. Böylece işsiz sayısı 5,3 milyonu bulmuş durumda. Resmi işsizlerin 1 milyondan fazlası genç;15-24 yaş arasında. Diplomalı işsiz çoğalıyor. Lise ve üniversite diploması olup da iş bekleyenlerin sayısı 1 milyona yaklaşıyor.

***

1980 sonrası izlenen neoliberal politikalarla devlet, “iş kapısı” olmaktan çıkartıldı. Büyümenin özel sektör öncülüğünde gerçekleştirilmesine karar veren piyasacı yaklaşım, istihdamın kaderini de böylece özel kesimin insafına terk etmiş oldu. Ne var ki, likidite bolluğunun yaşandığı 2002-2007 döneminde, ortalama yüzde 7’ye yaklaşan büyüme koşullarında bile istihdam artmadı.

2001 krizinde işine kaybedenler, büyümeye geçildiğinde hemen işe alınmadılar. Dış kaynağa dayalı büyüme süreci, beklenen istihdam artışını yaratmadı. Bu istihdamsız büyüme hastalığının evrensel bir sorun olduğuna, kısa adı ILO olan Uluslar arası Çalışma Örgütü de dikkat çekiyor. Özellikle merkez ülkelere dayanıklı-dayanıksız tüketim malı tedarik etme işlevi üstlenmiş Türkiye gibi çevre ülkelerin birbirleriyle ucuz emek üstünden rekabetleri, dibe doğru yarışları, bu en az istihdamla yetinme hastalığını da yaratmış durumda.

***

Türkiye’de de, özellikle 2002 sonrası, AB pazarını hedefleyen ihracata dönük büyüme süreci, dış pazarda rekabet gücü edinebilmek için, en az istihdamı, en ucuza mal etmeyi öne çıkardı. Bugün de, yaşanan küresel krizden hiç ders alınmadan, kriz öncesi işbölümü ve paradigmanın bundan sonra da geçerli olacağı varsayımı ile, kurgular, en düşük istihdam maliyeti üstüne yapılıyor. TÜSİAD’ın yeni başkanı Ümit Boyner’in ayağının tozu ile esnek istihdamı ağzına alması bundandır. Peşinde oldukları şey, kıdem tazminatı ödemeden işçi çıkarmak, kısa süreli iş sözleşmeleri yapabilmek, SGK prim yüklerini, ücretten alınan vergi yüklerini en aza indirmek, sendikalaşma, toplu pazarlık, grev hakkı kullanmanın yollarını tıkamak…İstedikleri, dünyada yaygınlaşan ve ILO’nun “vulnerable employment” olarak adlandırdığı, çevre ülkelerde salgın güvencesiz istihdamı yaygınlaştırmak…İstedikleri, Türkiye’de yüzde 45’e ulaşan kayıt dışı istihdamın koyulaşması pahasına güvencesizliği kurallaştırmak…

Oysa, artık anlaşılmalıdır ki, bu ucuz emeğe yaslanarak AB’nin tedarikçi tüketim malı sanayicisi olma paradigması, tıkandı. Asyalaşma olarak da adlandırılan bu model, düşük kar oranları için emeğin istismarından başka bir şeye yaramazken, rekabet gücünü daha az emek, daha az ücret maliyetine dayadığı için, istihdam da, ülkede sermaye birikimi de yaratamamaktadır.

Küresel kriz öncesi yüzde 10’da kemikleşen resmi işsizlik oranı, kriz sonrası yüzde 13-14 bandında basamak yapmaya başladı. Umudunu yitirenlerle birlikte ise, gerçek işsizlik oranı yüzde 19-20’ye kadar çıkıyor.

Özellikle ülkenin en ağır sorunu haline gelen işsizlik sorununu çözmede inisyatif, artık, özel sektöre bırakılmayacak kadar vahim boyutlarda. Amacı kar ve sermaye birikimi olan, her adımını bu saikle atan özel girişimcinin, istihdam gibi bir sosyal sorunu birinci sorun olarak görmesi, kapitalizmin doğası gereği, beklenmez, beklenmemelidir. Sermaye, istihdam için yatırım yapmaz, kar için yatırım yapar ve ancak ihtiyacı oranında işgücü istihdam eder, daha fazlasını değil.

O halde ne yapmalı? Ulaşılan alarm verici boyutlar ve beliren eğilimler, işsizliğe kamu istihdamı ile müdahalenin kaçınılmaz olduğu gerçeğini önümüze koyuyor, ki, bunu tartışmaya yarın devam ederiz.

Written by Mustafa Sönmez