Gecikmiş isyanlar
Bursa’da kaynayan eylem kazanı, bir anda Türkiye’nin gündemini de değiştiriyor. Otomotivi, yan sanayisini ve öteki…
Kısa adı SAMER olan Sosyal Siyasal Araştırmalar Merkezi, Diyarbakır’da “Halkoylaması olsa Kürtler ne ister?” sorusuyla bir kamuoyu araştırması yapmış ve şu sonuçlara ulaşmış; Demokratik özerklik yüzde 49.2, Bağımsızlık yüzde 19.2, Federasyon yüzde 5.4, Ademi merkeziyet yüzde 7.1, Hiçbiri yüzde 3.4…
Araştırma kuruluşu, Demokratik Özerklik’ten ne anlıyor, denekleri ne anlıyor, bilmiyorum. Seçenekler arasında yer alan ademi merkeziyetçilik ne, demokratik özerklik ne ? Bunların yeterince tartışılmadığını ,bilinmediğini düşünüyorum. Ama ben, kendi anladığım “Demokratik Özerklik” fikrini önemli buluyorum ve hiç de tek başına Kürtlerin meselesi ile ilişkilendirmiyor, sadece Kürt siyasetine ait bir proje gibi görmüyorum(*).
Nüfusu 75 milyona dayanmış Türkiye’yi artan ölçüde merkezden yönetmek, AKP rejiminin otoriter özelliğine uygun düşüyor. Oysa, demokrasiden yana herkesin merkezden kolayca güdülen bu ülke için bir yönetim reformu talebi olmalı. Bugün 81 il olarak “bölünmüş” ülkeyi, üniter devlet çatısı altında, 20 Özerk bölgede, aşağıdan yukarıya örgütlemek söz konusu olabilir. Statüsü tanımlanan her özerk bölgenin kendi yerel parlamentosu olmalı, yerel icra organı olmalı, bugün merkeze ait birçok yetki ve kurum yerele devredilmeli. Böylece halkın daha çok karar sürecine katılıp kendi bölgesinin , kendi yerleşiklerinin iş-aş sorunundan etnik, dini meselelerine kadar çözümlerini kendi içinde üretmesinin yolu açılmalıdır. Dolayısıyla, demokratik özerkliği, bütün Türkiye için geçerli bir yönetim modeli olarak anlıyor ve anlaşılmasını öneriyor, önemsiyor ve bunun sadece Kürtlere mahsus bir proje olarak takdimini yanlış buluyorum (*) .
Türkiye’de yaşayan bir TC vatandaşı olarak ikamet ettiğim İstanbul’un da bir demokratik özerk bölge olarak tanımlanıp yönetilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı , İspanya’da Madrit’in 17 özerk bölgeden biri olması gibi…
Türkiye milli gelirinin neredeyse yüzde 30’unun üretildiği 13 milyon nüfuslu İstanbul’u tek başına bir bölge olarak kabul etmek gerekir. İstanbul, bugün İstanbul’da yaşayanların değil, Ankara’da, AKP rejiminin “metalaştırdığı” bir metropol olarak adeta haraç mezat satılıyor, yağmalanıyor. Her tür kamu varlığı, kamu arsası Ankara’dan Özelleştirme İdaresi tarafından satılıyor. Ulaştırma, konut politikaları RTE’nin iki dudağının arasında. Galataport, Haydarpaşaport kararları da öyle… Haydarpaşa’da demiryolunun ne olacağına İstanbullular değil, Ankara karar veriyor. Kanal İstanbul gibi finans merkezi gibi absürdlükler Ankara mamulü. İstanbul’a her yıl 300 bin kişi, yani bir Bolu nüfusu ekleniyor ama bu metropolde yaşayanların çoğu, İstanbul’da kiracı gibi yaşıyor, İstanbul’u sahiplenmiyor. Oysa, özerk yapılanma, İstanbul’da yaşayanları “İstanbullulaştırır”, ev sahibi gibi davranmayı öğretir.
***
Benzer hoyrat tasarruflar İzmir ve çevresi için de geçerli. Kanımca İzmir, yanına Manisa ve Uşak’ı alarak bir başka demokratik özerk bölge olabilir. Böylece Ankara’nın “üvey evladı” olmaktan, AKP rejiminden “Gavur İzmir” muamelesi görme zulmünden kurtulma şansı bulur.
Türkiye, kısaca 20 özerk bölge ile yeniden yapılandırılabilir. Aşağıdan yukarıya, yerel parlamentolar ve yerel icra organları, Başkent Ankara’da belirlenen makro planlara, politikalara, merkezi bütçeye daha etkili bölgesel iradeler olarak müdahale şansı bulurlar. Makro planlar daha yüksek katılımla yapılırken icraatta yerel yapıların inisyatifi, denetimi, daha etkin, daha demokratik bir süreci yaratır.
Bu arada etnik, mezhepsel sorunlar da her bölgenin kendi içinde,yerel organlarca çözüme kavuşturulabilir. Örneğin Güneydoğu’daki bölgelerde halkoylaması ile anadilde, Kürtçe eğitim talebi ağır basarsa, bunu hayata geçirmek yerel yapıların işi olur. Bununla Türkiye’nin diğer yerlerinde, böyle bir talebi olamayanların ilgilenmesine gerek yoktur. Alevilerin yoğun olduğu bir bölgede inançla ilgili talepler yine o bölgenin yerel yönetimlerince çözüme kavuşturulur, buna Ankara’nın bir çözüm üretmesi gerekmez.
Merkezde biriken vergiler, bugünkünden daha adil ve pozitif ayrımcılık yapılarak Doğu Karadeniz, Orta Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine daha çok aktarılır, o bölgelerde üretilen bazı kaynaklar, bölgelerin kullanımına bırakılabilir. Bölgeler, iklim şartlarına uygun olarak çalışma saatlerini kendileri düzenleyebilir. Eğitim ve sağlıkta bölgelerin özelliklerine uygun politikalar izlenebilir. Bölgeler, iş-aş sorunlarına yaratıcı çözümleri ancak bu tür yerel örgütlenmeler içinde bulabilir ve dünyanın en berbat bölgesel eşitsizliğine sahip ülkesi olma ayıbından da belki bu sayede kurtuluruz.
Özetle, kısır şeylerle uğraşmak yerine, aklımızı biraz daha üretken projelere yorsak, bu fikri zenginleştirmeye çalışsak, dünya deneyimlerinden dersler çıkarmaya çalışsak daha iyi olmaz mı?
(*) Konu ile ilgili daha fazla bilgilenmek isteyenlere yakınlarda Nota Bene Yayınları’ndan çıkan “Kürt Sorunu ve Demokratik Özerklik” kitabımı öneririm.