Bir Türk-Kürt
Federasyonu Rüyası…
Bakın, dedi “devletin zirvesi”nden gelen ağır ziyaretçi… Bakın Sayın Öcalan, anlattıklarımın üzerinden yeniden gidelim.…
Hayatı, şiiri, aşkı ve ölümü paylaşmış iki gencin, Muzaffer Tayyip Uslu’yla Rüştü Onur’un kelebek ömrü kadar kısacık hayatlarını anlatan “Kelebeğin Rüyası”, usta işi bir Yılmaz Erdoğan filmi… Bizim Sungu Çapan, geçen cuma, sayfasında “insan, insan kokan” bu filmi tanıtırken şöyle yazdı; “Kelebeğin Rüyası, 2. Dünya Savaşı’nın ürkünç gölgesinin düştüğü, 1941’in yoksul ve yoksun Türkiyesi’nin kömür merkezi olan, işçi kenti Zonguldak’ta başlıyor, zincirlenmiş mahkûmların Nazi toplama kampından farksız bir şekilde madene götürüldüğü, dehşetengiz bir sahneyle…”
CHP’nin, tek parti rejiminin kente hükmettiğini resmeden filmin arka planında “Mükellefiyet Zonguldak’ı” ve maden işçileri var. Ama prangalı işçileri, jandarma kontrolünde madene indirilen “mükellefleri” izleyiciye ne kadar anlatabildi film, kuşkularım var. Filmin bitiminde gençlere kulak misafiri oldum; “Kemalizm böyleymiş işte, zorla çalıştırmışlar insanları, Naziler gibi” diyordu birisi…
Milli Koruma Kanunu (MKK)
‘Çalışma Mükellefiyeti’ de, ‘Varlık Vergisi’ gibi tarihimizin büyük tartışma yaratan konularından biri. Ama bu tartışmaları yaparken, içinde yer aldıkları büyük çerçeveyi, dönemin sosyal, ekonomik şartlarını anımsamadan olmaz. Mükellefiyet, ilk önce Osmanlı döneminde 1865’te başlatılmış ve 1880’e kadar uygulanmıştı. Bahriye Nezareti’ne bağlanan Zonguldak madenlerinin başına getirilen Dilaver Paşa, hazırlattığı nizamnamede 12 gün aralıklarla nöbetleşe çalışacak yöre insanlarının çalışma şartlarını düzenletmişti. Sanırım, o da uygulamayı emperyalist İngiltere’den öğrenmişti.
1940’lardaki, mükellefiyet de ikinci uygulama olacaktı. “Milli Şef” İnönü, ülkeyi savaşa sokmamak için çabalarken erkek nüfusun önemli bir kısmı silah altına, hem de 4 yıllığına, alınıyor, ama bir yandan da ekonomik çarkın dönmesi gerekiyordu. Demiryolu yatırımlarının, askeri fabrikaların, şileplerin, vapurların, elektrik santrallarının, fabrikaların kömür ihtiyacının aksamaması gerekiyordu. Kömürün merkezi Zonguldak, sonra Soma’ydı. Nüfusun dörtte üçünden fazlası köylerde yaşıyordu. Madenlerde, yol, liman inşaatlarında çalışacak işgücünü tedarik sorunu vardı. Önce sıkıyönetim ilan edildi 1940’ta ve 1947’ye kadar sürdürüldü. Ekonomik ve sosyal yaşamla ilgili sıkıyönetim içinse 26 Ocak 1940’ta Milli Koruma Kanunu çıkarıldı. Bu yasa, hükümete fiyatları saptama, ürünlere el koyma, devletleştirmelere gitme gibi geniş yetkiler tanıyor ve “çalışma mükellefiyeti”ne de yer veriyordu. Mahkûmlar da çalışmaya mecbur bırakılıyordu. Bazı yörelerde kadın ve çocuk emeği de bu kapsamda kullanıldı.
Zonguldak’ın ‘Mükellefleri’
Orhan Veli’nin, “Siyah akar Zonguldak’ın deresi/Yüz karası değil, kömür karası/Böyle kazanılır ekmek parası” diye tarif ettiği Zonguldak’ta 1850’den bu yana kömür üstüne kuruludur hayatlar, hikâyeler, şiirler… İngiliz, Fransız, İtalyan sermayesini takiben İş Bankası’nın işlettiği madenler, 1940’ta, yani MKK ile birlikte devletleştirildi. Üretim yetersizliği bir gerekçeydi. Ama daha önemlisi stratejik sektör görülüyordu madenler, limanlar, demiryolları… Ve devlet işletmesi altına alınarak riskler azaltılmalıydı. Hepsi devletleştirildi.
Armutçuk, Kozlu, Üzülmez, Karadon ve Amasra’dan oluşan 5 ana üretim alanı, Ereğli Kömür İşletmeleri’nce işletildi. 1948’de A. Ali Özeken Ereğli havzasında 25-30 bin çalışan işçiden sadece 5 bininin rızasıyla işçilik yaptığını, geri kalanların “Mükellefiyetle” çalıştırılan işçiler olduğunu yazıyordu. Çoğu Karadenizli olan ve nöbetleşe madene çağrılan ‘Mükellef’ işçi havuzu 60 bini buluyordu. Çalışma süreleri toplamı askerlikten sayılıyordu. O dönemde havzada çalışan Turgut Edingü, “Kömür Havzasında İlk Grev” (1976) adlı kitabında, köylülerin gruplar halinde nasıl jandarma eziyetiyle alındığını ve 1.5 ay süreyle nöbetleşe, zor şartlarda çalıştırıldıklarını yazar. Havzanın silahlı, özel üniformalı bir “Kömür Alayı”, işletme bünyesindeki “Ekonoma”lardan alışveriş yapmak için kullanılan özel bir parası bile vardı. İşçiler düşük ücretliydiler; çok zor şartlar altında çalışıyor, barınıyorlardı. Yılda ortalama 100 işçi madende hayatını kaybediyordu. İş kazalarında yaralananların, iflah olmaz hastalıklarla kırılanların kaydına bile rastlanmıyor.
Sıkıyönetim altında, her tür örgütlenme ve sosyal haktan yoksun çalışma koşullarını, dönemin özel sektörü de tepe tepe kullandı. MKK’ye rağmen karaborsa, stokçuluk, tefecilik savaş ikliminde başını almış gitmişti. 1942’de Varlık Vergisi ve kuruyla yaşın birlikte yakıldığı o trajik icraat da bunun ardından geldi zaten…
Şartların zarureti
Olan biteni açıklamada “zaruret” ana gerekçedir, ama sonuçlar içini acıtır insanın. Tıpkı Nâzım’ın dediği gibi: Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların/ zaruri neticesi bu!/ deme, bilirim!/ O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim./ Ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek./ O, “Hey gidi kambur felek,/ hey gidi kahpe devran hey,”/der.
Genç şairler Muzaffer’le Rüştü’nün filminin en güzel repliklerinden birini Zonguldak’tan Heybeliada Sanatoryumu’na giden vapurda, dünya savaşının başladığı haberinin ajanslardan yayılmasıyla duyarız. Behçet Necatigil (Yılmaz Erdoğan), veremle savaşan Muzaffer Uslu’ya (Kıvanç Tatlıtuğ) şöyle der; Aldırma bunlara sen Muzaffer/ Senin savaşın, sana yeter…
Filmin kahramanlarından Rüştü Onur’un (Mert Fırat oynuyor) yaşadığı şehre, kömürün karasıyla Karadeniz’in yeşilinin buluştuğu o güzel şehre olan aşkını anlattığı şu dizeleri de filmde dinlemek isterdim: “Sen aziz şehrim/Uykusuz yaşadığımı bilmelisin/Bütün işçilerin/Saçak altında uyuduğu bir saatte/Ben mızıka çalarak geçiyorum sokaktan/Sen aziz şehrim/Ellerim, gözlerim kadar benimsin…”