TÜİK, Diyanet ve Maskelenen İşsizlik
Devletin kurumları arasında en çok eleştiri oklarını çekenlerin başında Türkiye İstatistik Kurumu, TÜİK’in geldiğini söylemek…
Türkiye ekonomisinde 2012’den bu yana işlerin pek yolunda gitmediği, yüzde 2-3 patikasına sıkışmış bir büyüme ile oyalanıldığı biliniyor. AKP rejimi küresel kriz öncesi “dolce vita” yıllarında ve 2009 küresel kriz ateşini yatıştırmak için ABD ve Avrupa’da genişlemeci politikalar izlenen dönemde, bolca dış kaynak girişi ile keyifli zamanlar yaşadı. Öyle ki, bu 14 yılın ortalaması için yıllık 38 milyar dolara yakın bir dış kaynak akışı gözlendi.
Ne var ki, bu kaynağı daha çok iç talebe dönük, inşaat gibi döviz kazandırmayan sektörlerde, tüketici borçlanmasında kullanan Türkiye’nin hem cari açık sorunu kronik bir hal aldı hem de yüzde 40’ı kısa vadeli olmak üzere dış borç stoku büyüdü, milli gelirinin yüzde 60’ına yaklaştı.
Dış borç kamburunun yanı sıra, Türkiye ekonomisinde bu yıllarda enflasyon yüzde yedi-sekiz bandında, işsizlik yüzde 10 dolayında adeta kemikleşmiş, yatırımlar da durmuştu. Dünyada düşen enerji fiyatlarının yardımıyla cari açık belki büyümüyor ama gerilemiyordu da: Yıllık ortalama 35 milyar dolar.
2013’te sinyali duyulan ABD Merkez Bankası FED’in faiz artırma kararı, zaman zaman dış sermaye çıkışına yol açıyordu ve doların fiyatı yükselme sürecindeydi. Ancak FED’in tereddütleri, AB’nin sıfır faizli genişlemeci para politikaları, dış sermayenin dönüp dolaşıp biraz daha Türkiye gibi “yükselen ülkelere” park etmesini getiriyordu. Bu durum, ekonominin kırılgan yapısıyla biraz daha ayakta kalmasına imkân veriyor ancak kemik erimesi içten içe sürüyordu.
Dış kaynak girişine artan ölçüde bağımlı duruma gelen Türkiye’nin, 2013’ün ikinci yarısından itibaren yaşamaya başladığı dış sermayenin iştahsızlığı, TL’nin dolar karşısında hızla değer kaybını da getirdi. Öyle ki, 2016’da dolar fiyatındaki artışın yüzde 12’de kalması durumunda bile, 2013-2016 dönemi dolar fiyatındaki artış yüzde 60’ı bulacak. Aynı dönemde tüketici fiyatlarının yüzde 25 arttığı anımsandığında, dolar fiyatının bu son dört yıla yayılan artışının ekonomide nasıl bir kemik erimesi yarattığı anlaşılabilir.
Türkiye ekonomisinin 2013 sonrası belirginleşen düşüşü hem IMF hem de yatırımcılara yol gösteren derecelendirme kuruluşlarının raporlarına yansımaya başladı. Ekonomik risklerin yanında 2013 sonrasında Türkiye’nin politik ve jeopolitik riskleri de yükseldi. 2013 haziranındaki Gezi ayaklanması, ardından AKP’nin kuruluşundan bu yana iktidar ortağı olan Fethullah Gülen ile patlayan çıkar çatışması, ülkenin politik risklerinde artış olarak rapor edildi. Bunların yanında, Türkiye’nin dış politikada Suriye iç savaşı ve Irak’taki pozisyonu, Rusya ile yaşadığı kriz, ABD ile zaman zaman su yüzüne çıkan sürtüşmeleri jeopolitik risklerin yükselmesi olarak kayıtlara geçti. Bütün bunların üstüne Kürt hareketi ile çatışmacı bir kulvara geçiş, ardından 15 Temmuz’da Gülen yanlılarının başarısız darbe girişimi, Türkiye riskine tavan yaptırdı ve derecelendirme kuruluşları, Türkiye’nin notunu yılın ikinci yarısında “yatırım yapılamaz” (100 üstünden 44) basamağına indirdiler.
Bu olumsuz tabloyu pekiştiren gelişmeler ise Trump’ın 8 Kasım’da ABD’de başkan seçilmesi ile Avrupa Parlamentosu’nun 24 Kasım’da aldığı Türkiye ile müzakereleri dondurma tavsiye kararı oldu. Derecelendirme kuruluşlarının not indirimi ile Türkiye’ye karşı soğuyan dış yatırımcı, Trump’ın ABD’de büyüme ve bunun için faizleri yükseltme sinyalleriyle ülkeden daha hızlı çıkmaya başladı, bu da TL’nin dolar karşısında kaybını hızlandırdı. Ama asıl sert darbe, AB’nin yasama organı Avrupa Parlamentosu’nun kararıyla geldi. Bu kararda, Türkiye ile katılım müzakerelerinin, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ile ilgili olumsuzluklara bağlı olarak dondurulması tavsiye edildi.
Karar sonrası genel kanı, tek tek üye devletlerin bir inisiyatif geliştirmeyecekleri, kararın “siyasi mesajı” ile yetinecekleri yönünde. Karar, belki başka yaptırım süreçlerini harekete geçirmeyecek ama siyasi mesajıyla dış yatırımcıyı biraz daha ürkütmeye, Türkiye’den uzaklaştırmaya yetti.
Nitekim aynı gün Ankara’da Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, yükseliş halindeki dolara faiz silahını kullanarak fren olmaya çalıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faizlerin indirilmesi yönündeki telkinlerine rağmen, radikal bir faiz artış kararı çıktı ve politika faizleri 50 baz puan artışla yüzde 7.5’ten yüzde 8’e çıkarıldı. Kurul dövizin tırmanışını yavaşlatmayı hedefleyen başka kararlar da aldı. Ne var ki bu kararlar piyasaları henüz etkilemişken dakikalar içinde AP’den gelen haber ile dolar hızla yükselişe geçti ve günü 3.47 TL gibi rekor bir fiyatla kapadı.
Hükümet ve Saray, AP’nin kararını büyük bir tepki ile karşıladı. AP’nin hukuk, insan hakları, yargı bağımsızlığı, medya özgürlüğü, ifade özgürlüğü ihlalleri ile ilgili eleştirileri reddedildi. Kararı, rejime karşı bir komplo olarak değerlendirme duygusu tüm yetkililere hâkim.
AP kararının Türkiye’nin risk birikimini pekiştiren özelliği açık. Daha çok da dış yatırımcı optiğinden bakıldığında bu karar, Türkiye-AB ilişkilerinde kapanması zamana ve belli şartlara bağlı olan önemli bir gedik açtı.
Şimdi sorun şu: 3.40 TL basamağına yerleşen dolar fiyatı ile sırttaki yükümlülükler nasıl karşılanacak, küçülme nasıl sınırlanacak? Risk algısının yükselişi ile dış kaynak girişi azalacak ve döviz açıkları büyürken yükümlülükleri karşılamak zorlaşacak. Dahası döviz açığı olanlar, bu fiyattan dolar ile uğradıkları büyük kur zararları ile yeni iklime nasıl uyum sağlayacaklar?
Dövizin yerleştiği basamaktan pek iniş beklenmezken, Merkez Bankası’nın artırdığı faizler, ekonomiyi küçülmeye zorlayacak. Dolardaki yükselişin ithal girdiler üstünden maliyet enflasyonu yaratması kaçınılmaz. Bu, Merkez Bankası için yeniden faiz artışına gitmek demek. Mevduatta dolarlaşma hızlanıyor. “TL’ye dön” çağrısı işe yaramıyor. Bu durum da faiz artırmayı zorluyor.
Şimdi ekonomi, hem yükselmiş doların hem de artırılmış ve artırılacak faiz baskısının altında. Erdoğan’ın “ustalık dönemi” heyecanına kapılıp gerçekleşen hızlı dış borçlanma ve finans dışı özel şirketlerin döviz açığı 2009’da 67 milyar dolar iken 2016’da 211 milyar dolara çıktı ve en büyük kur zararına bu firmalar uğradı. Ama buna, artan faiz ile iç piyasada daralma basıncı da eklenecek. Bu firmaların sıkışıklığının, ilişkide oldukları bankalara yansımaması düşünülemez. Reel sektör krizinin finansa bulaşmamasını sağlamak kolay olmayacak. Bu iki sektörün krizi kamu maliyesi tarafından kontrol altına alınmak istenirken ateşin bütçeyi sarmayacağını, büyük bütçe açıkları yaşanmayacağını kim garanti edebilir?
Sorunlarla yüzleşmeye yatkın olmayan bir yönetim ile yangının önünü almak, hiç kolay görünmüyor.