Geçtiğimiz yılın ikinci yarısında, 15 Temmuz darbe girişiminin ve Türkiye’nin Suriye’ye asker göndermesinin de etkisiyle, politik ve jeopolitik riskler arttı. Bunlar, zaten kırılgan olan ekonomik göstergeler ile birleşince, Türkiye ekonomisi için yaşamsal önemi olan yabancı yatırımcılar için cazibe azaldı. Ekonomide  hızlı bir daralma, hatta gerileme dönemine girildi.

2016 Eylül ve izleyen aylarda uluslararası derecelendirme kuruluşları S&P ile Moody’s in Türkiye’nin yatırım notunu “çöp”e indirmeleriyle beraber, düşüş sürdü. Başta sıcak para olmak üzere, yabancı kaynak girişi yavaşladı, hatta yer yer çıkışlar yaşandı. Sonuçta beklenen gerileme, sayılarla teyit edildi. 2016’nın üçüncü çeyrek büyüme rakamı pozitif değil, yüzde 1,8 negatif geldi (TÜİK). Özellikle imalat sanayinin son 3 çeyrekte küçüldüğü anlaşıldı. Bu teknik anlamda sanayinin krize girmiş olması demekti. 2017 Mart ayının son günü açıklanacak 4. çeyrek büyümesi ile  yılın fotoğrafının tamamı görülecek.

Eldeki veriler 2017’nin ilk ayında da yeterince, bir krizin eşiğine gelindiğini, sanayinin ise, öteki sektörlerden farklı olarak krize girdiğini gösteriyordu. Ekonomide daralma, özellikle dolar/TL fiyatından izleniyordu. 2016’nın ilk yarısında 3 TL’nin altında seyreden dolar/TL, Temmuz ile birlikte yükselmeye, not düşüşü ile daha da artmaya başlamış ve dolar fiyatı yılın sonlarına doğru 3.90 TL’ye kadar çıkmıştı.

Bugünlerde, özellikle Şubat başından itibaren fırtına dinmiş gibi. Dolar gerilemeye başladı. 3.50-3.60 TL bandına düşen bir dolar fiyatı var.Hükümet, durumu kontrole almış havası basıyor. Acaba gerçek mi? Kriz frenlendi mi? Yoksa erken bir sevinme mi?

 

Krize itfaiye…

Krize doğru gidilirken, AKP rejiminin ekonomi yönetimi boş durmadı. Üst üste önlemler denendi, deneniyor. Özellikle CB Erdoğan, “2009’da da böyle olmuştu, teğet geçecek demiştim,yine öyle olacak” diye piyasaları rahatlatmaya çalışıyor, hızlanan dolar fiyatının bir “üst akıl oyunu” olduğunu, dolar satmamanın “hainlik” olduğunu her fırsatta dillendiriyordu.

Üstelik bu yangının tam da “tek adam rejimi” için bir Anayasa değişikliği operasyonuna girişildiği zamana denk gelmesi işleri çatallaştırıyordu. Operasyonu yürütenler, bizatihi bu totaliterliğe gidişin, riskleri tırmandırdığını anlamazlıktan geliyor, ama bundan geri duracağa da benzemiyorlardı.

Geriye tek şey kalmıştı: Bir yandan içeride, eldeki tüm kamu kaynaklarını,yani su stokunu, yükselen alevlere  sıkmak, bir yandan da yangını büyüten dışarıdan esen rüzgarın dinmesine ya da yön değiştirmesine duacı olmak.

Dışarıda olanlar

Dış rüzgarlar, özellikle ABD’de Trump’ın başkanlık koltuğuna oturması öncesi, Türkiye’deki şemsiyenin ters dönmesinde etkili olmuştu. “Yükselen ülkeler”deki sıcak para, yüzünü ABD’ye döndüğü için, dolar tırmandıkça tırmanmış TL, dahil yerel paralar da bu iklimden olumsuz etkilenmişti. Ne var ki, Trump, daha koltuğuna oturur oturmaz, Meksika sınırına duvar, bazı Müslüman ülke vatandaşlarına  giriş yasağı gibi,  sermayeyi ürkütecek demeçler ve icraatlarla kafaları karıştırmıştı. Dolar endeksindeki tırmanış durmuş, hatta yavaş yavaş yerini yerel paraların toparlanmasına bırakmıştı. Çünkü ABD’ye doğru mevzilenen sıcak para, bekle-gör, diyerek yeniden geçici park yeri ülkelere, bu arada Türkiye’ye de küçük dönüşler yapmaya başlamışlardı. Bunlar,  AKP rejimine nefes aldıracak gelişmeler…

İçeride önlemler

Rejim,içeride ise, 2009 krizinde uyguladığı reçeteleri çekmeceden çıkarmış ve uygulamalara başlamıştı. Özellikle konut,beyaz eşya, mobilya sektörlerinde iç talep çok daralmış ve yaprak kımıldamaz olmuştu. Bu üç sektörle ilgili olarak iç talebi canlandırmak için vergi indirimlerine gidildi.

Sıkıntıya giren firmaları rahatlatmak için kredi kullanımı teşvik edilecek, bu konuda bankalara Hazine garantisi (kefaleti) sağlanacaktı. Borcu olan firmalara vergi ve sigorta primlerini erteleme şansı getiriliyordu. Doların tırmanmasına karşı, Merkez Bankası, özellikle bankaların dolar taleplerini frenleyecek faiz artışlarına gidiyor, döviz yükümlülüğü olan ihracatçılara, borçlarını döviz yerine TL ile hem de dolar 3.50 TL iken ödeme kolaylığı getiriliyordu.

İşsizlik- resmi olanı- yüzde 12’yi aşmıştı ve sayı olarak 3,7 milyonu bulmuştu. Bu sayıyı azaltmak için “adama göre iş” gibi ters bir yöntem işverenlere adeta dayatılıyordu. Her istihdam edilen işçinin asgari ücret üstünden vergi ve sigorta primini devlet ödeyecekti, bunun için bütçeden 12,5 milyar TL ayrılacaktı. Zaten, 2016’da asgari ücretin 100 TL’sini bütçeden ödeme uygulamasına gidilmişti. Bu destek 2017’de de sürdürülecekti.

Özetle devlet, vergilerden vazgeçerek, Merkez Bankası’nın kaynaklarını kullanarak, hatta İşsizlik Sigortası’nın fonlarını kullanarak kriz ateşini kuşatmayı, yatıştırmayı deniyor; bunun için bir de hukuk dışı Varlık Fonu tesis ediyordu.

2009 formülü

Doğrusu, bu kamu kaynakları ile ateş söndürme çabası 2008-2009 krizi yıllarında da denenmiş ve sonuç alınmıştı. Ekonomiye can suyu vermek adı altında, bütçe açığını katlamayı göze alarak,  iç talebi canlandırıcı vergisel kolaylıklara gidilmiş, yine firmalara can simidi atılmış ve başka parasal operasyonlara gidilmişti. Bu hamleler, dışarıdan yeniden başlayan sermaye girişi ile karşılık bulmuş,  ekonomi izleyen iki yıl yüksek büyüme yaşamıştı.

Ne var ki, 2009’da işe yarayan bu kurtarma paketinin bu dönemde işe yarayıp yaramayacağı belli değil. Bunun birçok nedeni var:

1- 2009’da, dünya ekonomisindeki büyük daralmaya can suyu vermek için genişlemeci para politikasına hem ABD’de hem AB’de gidilmiş, o pompalanan paraların bir kısmı Türkiye gibi ülkelere gelmişti. Ya şimdi? Şimdi ise para basmak değil, basılmış parayı faiz artırarak toplama niyeti ön planda. Fed, Trump ile bunu becermenin derdinde. Avrupa Merkez Bankası, en azından yıl sonunda bu toparlanmaya hız verme eğiliminde. Dolayısıyla 2009’dan farklı bir dış iklim var.

2- Merkez Bankası verilerine göre, içeride firmaların döviz yükleri 2009’dakinin 3 katına çıkmış durumda. 2009’da 70 milyar dolar olan net döviz açığı şimdi 208 milyar dolar. 2009 sonrası iki yıl yüzde 9 dolayında, yabancı kaynak girişi ile büyüyen ekonomi ile “ustalık” dönemine geçtiğini sanan AKP rejimi, birçok firmanın bol keseden dövizle borçlanmasını da cesaretlendirmişti. İşte olanlar oldu ve kullanılan döviz kredisinin 3 katı borçlanıldı. Hem de üçte ikisi, sanayi dışı, döviz kazandırmayan inşaat, emlak, enerji, ulaştırma gibi sektör yatırımları için.

 

3- 2009 krizi döneminde Türkiye, bugün olduğu kadar politik ve jeopolitik riski yüksek bir ülke değildi. 2010 yılında, alınan mesafe ile notu yükseltilmiş ve yabancı para akışı alışılmadık boyutlarda gerçekleşmişti. Şimdi içeride ülke kutuplaştırılmış, bir Anayasa değişikliği ile totaliter bir rejime geçiş için güya rıza alınmak isteniyor. Bu rıza, olağanüstü hal, Anayasa ihlalleri, tehditler ve oldukça anti demokratik bir yönetimle yapılmak isteniyor. Riskler azalmak bir yana artıyor, Türkiye’nin özellikle AB normları üstünden karnesi kötüleştikçe kötüleşiyor. Ama çaresiz, içeride kamu kaynaklarının dibi kazınarak önlemlere devam ediliyor, dışarıdaki Trump marifeti kargaşanın sürmesi için duaya çıkılıyor.

Sonuç verir mi?

İçeride atılan adımların ve dışarı ile ilgili beklentilerin sonuç vermesi zor. İçeride alınan önlemler bütçe açığını büyütüyor, borçluların döviz talebi azalmadığı için dolar beklendiği kadar düşmüyor. Bu durum enflasyonu yeniden azdırıyor ve hem reel üretimde hem finansta kırılganlıklar azalmıyor. Daha önemlisi, referandumdan umulan “Evet” ihtimali hızla azalıyor, bu da belirsizlikleri artırıyor. Dış halkada ise hava her an dönebilir. Birileri Trump’a ayar vererek hedeflenen faiz artışı ve büyüme gazına basışla sermayeyi yeniden çekebilir. O zaman da hiçbir şey umulduğu gibi, hele ki  “2009 sonrası” gibi olmayabilir.

 

 

 

 

Written by Mustafa Sönmez