Krizde En Hızlı Düşen de Kalkan da İstanbul’muş!…
Mustafa Sönmez Ülkelerin “büyük-küresel(?) kent”leri küresel krizden önce nasıl bir büyüme temposuna sahipti, krizden nasıl…
Mustafa Sönmez
Yazıya hemen yeni bir veri ile başlayayım. Adalet Bakanlığı, bu yılın Eylül ayı sonu itibariyle 63,5 bin hükümlüye karşılık 56,8 bin tutuklunun dört duvar arasında bulunduğunu bildiriyor. Bu ne demektir ? Adalet karşısına çıkma durumunda kalanların yüzde 47’si , ceza almamış ama yine de “içeride”dir. Tutuklama kararı, ceza değil, bir önlem, kural değil, bir istisna olmak gerekirken ve adalet kantarında dikkatlice tartılıp verilmesi gereken bir yargı kararı olmak gerekirken, yıllardır kural haline getirilmiş bulunuyor.
AKP iktidarı döneminde hem tutuklu hem mahkum sayısındaki artış çok dikkat çekicidir. 2005’te 56 bini ancak bulan tutuklu ve mahkum sayısı 2006’da 70 bini, 2007’de 91 bini, 2008’de 103 bini aştıktan sonra 2009’u 116 binin üstünde kapamıştır. 2010’un ilk 9 ayı sonunda ise 120 bini geçmiştir. 2000-2005 döneminde ancak yüzde 10 olan tutuklu ve mahkum sayısındaki artış, 2006-2010 döneminde yüzde 70’in üstündedir. Artış çok çarpıcıdır !…
Demokratik ülkelerde dört duvar arasındakilerden tutukluların oranı yüzde 30’u aşmazken bizde 12 Eylül darbe yılında yüzde 55’i geçmiş, 1990’da yüzde 33’e inse de sonraki yıllarda tekrar yüzde 50’leri aşmıştır.
Kaynak:Adalet Bakanlığı veri tabanı
Ne acıdır ki, ülkemizde mahkemeler tarafından çok sık ve çoğu zaman da keyfi olarak verilen tutuklama kararları, peşin cezaya dönüşmüştür. Yine adalet istatistikleri gösteriyor ki, açılan davaların ancak yüzde 40 kadarı mahkumiyetle sonuçlanıyor. Yani, sonuçta çoğu insan tutuklu olarak, yattığıyla kalıyor.
***
Özellikle AKP iktidarı döneminde bu keyfilik ve kalitesiz adalet üretimi kamuoyundan yeteri kadar tepki görmüyor. Tutuklanma keyfiliğinden “Ergenekon” olarak adlandırılan soruşturma ve kovuşturmadan kimi askerler, gazeteciler, siyasetçiler, akademisyenler de nasiplerini aldılar, almaya devam ediyorlar.
Mustafa Balbay 7 mevsimdir tutukludur. Yargılandığı mahkemenin üç yargıcından ikisi onun “suç işlediği hakkında geçerli şüphenin var olduğu”, eğer serbest bırakılırsa “delilleri karartacağı”, “kaçacağı” görüşündedirler. Balbay gazeteci- yazardır. Kendisine atılan “suç” ise “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaktır”, yani “darbeciliktir”. Aklı başında kimse bu suçlamaları, tutukluluğa ilişkin bu gerekçeleri inandırıcı bulmamaktadır. Balbay, gibi benzer suçlamalarla tutuklanmış gazeteci Tuncay Özkan, dünya çapında bir tıp adamı olan Prof. Dr. Mehmet Haberal, yine eski bir rektör olan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu darbecilikle suçlanmaktadır.
Darbe tankla tüfekle yapılır. Ergenekon davasının yanı sıra, benzer davaların yüksek rütbelerdeki askeri sanıkları serbest bırakılırken içeride yalnız gazeteciler, bilim adamları, yazarlar ile teğmen, üsteğmen gibi genç subaylar kalmıştır ve serbest bırakılırlarsa “delilleri karartacakları”, “kaçacakları” görüşü ile tutuklu olarak günlerini dört duvar arasında geçirmektedirler.
***
Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi’nin 10 Ağustos 2010 tarihli “Tutuklama Raporu”na yazdığı önsözde de hocam Prof.Dr.Rona Aybay şöyle demektedir; “Tutuklamadan beklenen amaçların, CMK’da “adlî kontrol” olarak adlandırılmış uygulamalarla sağlanabileceği durumlarda, tutuklamada ısrar edilmesini hukuk içinde açıklamaya olanak yoktur. Bu durum karşısında tutuklu, dava sonunda aklansa bile; aklanmanın sevinci ve mutluluğu, uzun tutukluluk dönemi nedeniyle ciddi biçimde gölgelenmekte; tutukluluk ile mahkumiyet arasında bir fark kalmamış gibi olmaktadır.”
Sabaha çıkmamış hangi gece var? Bu davaların nasıl sonuçlanacağını er geç göreceğiz. Ama haksız tutuklama kararlarında ısrar edenler, hangi vicdan rahatlığı ile gece yastığa başlarını koyup uyuyabilmekteler?