Her yatırım, yeni dış borç demek…
Hatırlarsınız, geçtiğimiz hafta manşetleri İstanbul’a 3. Havalimanı ve Sinop’a nükleer santral haberleri kapladı. Kullanılan iri…
Ekonomiyi en iyi tahlil eden isimlerden Mustafa Sönmez, Metro Gazetesi’nden Banu Kibar ile yaptığı söyleşide, Türkiye’ye giriş yaptığının altını çizdiği ekonomik krizi, Türkiye ekonomisini, anlaşılır bir dilde, madalyonun diğer yüzünden anlattı.
Bugünlerde ülke gündemi, doların yükselişinin azalmasıyla birlikte farklı alanlara kaydı. Ancak ekonomi, her daim hayatmızın içinde olduğundan uzman ekonomist Mustafa Sönmez ile krize giriş yapan Türkiye’nin durumunu irdeledik.
İlk kitabını öğrenciyken yazan ve şu an 20’den fazla kitabı bulunan Sönmez’in deneyimlerine, araştırmalarına dayanarak geçmişten geleceğe, yerelden globala uzandık. Mustafa Sönmez, bize, çoğu zaman karışık bulduğumuz Türkiye ekonomisini anlaşılır bir dilde anlattı.
Türkiye bulunduğu coğrafi konum itibariyle tarım, turizm, sanayi, lojistik gibi birçok bakımından şanslı bir ülke. İmkanlarını, miraslarını nasıl kullandı?
– Zaman zaman iyi yönetilmiş gibi gözükse de 90 yıllık tarihine total olarak baktığınızda bugün daha farklı bir yerde olabilirdi. Mesela peşinde koştuğu Avrupa Birliği’nin çok daha erken bir üyesi rahatça olabilirdi. Hem Müslüman bir ülke olarak hem de kendi özellikleri itibariyle birliğe çok farklı bir Avrupa rengi katabilirdi. Bu anlamda imkanları kötü kullanılmış bir ülke. Bugün geldiği yer itibariyle baktığınızda bu avantajları, imkanları gerçekten erozyona uğramış, yazık edilmiş.
Tarım:
Bir tarım ülkesiyken şimdi yılda 8 milyar dolar tarım ürünü, canlı hayvan ya da hayvan ürünü ithal eden bir ülke durumuna gelmiş. Pamuk, buğday ülkesiyken pamuk, buğday ithal eder durumda. Tarımına sahip çıkamamış bir ülke.
Turizm:
Turizmine baktığınızda, İtalya’sından İspanya’sına kadar ülkeler, turizmden ciddi bir katma değer üretip geçim sağlarken, Türkiye’de turizm yoksullaştıran bir turizm. Bir endüstri geliştirilmiş ama çok ucuza satan, harcamayan insanların geldikleri, konakladıkları, ‘kum, deniz, güneşi’ satan ama bir dizi kültür varlığını satamayan bir ülke durumunda.
Sanayi:
Cumhuriyet dönemiyle iyi kötü adımlar atılmış ama arkası getirilememiş. Arkasında daha çok Batı’nın dağıttığı rolleri kabullenip onu çok zorlamayan, arkasını getirmeyen, çok çabuk vazgeçen bir ülke olmuş. Giderek bütün rekabet gücünü de yitirmeye başlamış. İşin kolayını bulup dışarıdan gelen parayı inşaata, iç tüketime gömmüş bir ülke durumunda. Bu son 10 yıl özellikle böyle bir dönem.
Birçok ülke için her biçimde yani kredi olarak, doğrudan yatırım olarak ya da borsaya dışarıdan paranın gelmesi bir fırsat. Yılda 40 milyar dolarlık bir kaynak akışı. Ama bunun kullanıldığı yer itibariyle baktığınızda döviz üreten, dolayısıyla döviz açığını daraltan bir ekonomi olmak yerine çok düşüncesizce bu parayı iç tüketimde kullanan, insanlara da tüketimi, borçlandırmayı özendiren, sonunda bugün itibariyle çok hızlı bir çıkmaza sürüklenen bir ekonomi durumunda.
Belirtmiş olduğunuz olumsuz tabloya karşın, halka, son 11 yılda ekonomide olumlu ilerlemeler kaydedildiği iletildi. Tüketim toplumu psikolojisinde ilerleniyor, orta sınıfın oluşumundan bahsediliyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
– Burada bir yanılsama var. Servet ve gelir toplumun alt katmanlarına dağılmış değil. Yaygın bir söylem, evet Türkiye’de orta sınıfın oluştuğu üzerine. Böyle bir şeyin gerçekliği yok. Türkiye’de iş yapabilecek nüfusun ancak yüzde 51’i iş gücüne katılabiliyor. Evlerde oturan yaklaşık 12 milyona yakın ev kadını var; çalışabilecekken çalışmayan ev kadını statüsünde duran. İş gücüne katılan kadınların ancak üçte biri iş bulabiliyor. Gençler arasında işsizlik yüzde 25’leri buluyor. Resmi olarak 3 milyon dolayında işsiz var. Belli istatistiklere göre işsiz sayılmayan ama iş olursa çalışırım diyen bir 2 milyon nüfus daha var. Yani 5 milyon işsiz nüfus eve hiç gelir götürmüyor demek.
Gelir adil dağılmıyor. Devlet, vergi ve harcamalar üzerinden bu bölüşüme doğru müdahaleler yapmıyor. Geliri yeniden bölüştürmede başarılı değil. Sosyal politika vs. adı altında yaptıkları hedefine ulaşmıyor. Bölgeler arasında büyük dengesizlikler var. Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu değil sadece, Doğu Karadeniz, İç Anadolu sürekli göç veren ve kan kaybeden bölgeler.
Olumlu olan kısmı neresidir?
– Son on yılda yaşanan, olumlu gibi gösterilen şeylerin bir yanı şöyle doğru; dışarıdan Türkiye’ye para girdi. Sadece Türkiye’ye değil, Türkiye benzeri ülkelere de dışarıdan bir kaynak akışı oldu. Bu ülkeler içinde Endozenya’yı, Filipinler’i, Hindistan’ı, Güney Afrika’yı, Brezilya’yı, Polonya’yı sayabiliriz. Bunlara dış sermayenin tercih ettiği ülkeler olarak yükselen ülkeler de deniyor.
Doğru yerde kullanılmadığını eleştirsek de, mesela inşaatta kullanıldı diyoruz, inşaatta kullanılsa da bir yere para girişi orada bir iş sahası yaratmış oluyor. Bir anda gelen dış kaynakla beraber ekonomide bir hareketlenme yaşandı. İnsanlar iş buldular. Biraz daha iş sahibi olarak eve ekmek girdi.
Olumlu sayılan para girişini şu anki hükümet mi sağladı?
– Bu hükümetle ilgisi yok. Türkiye 2001’de bir kriz yaşadı. 2001 krizinde, Ecevit koalisyonu zamanında ekonominin iki tane kırık bacağı vardı; biri kamu maliyesi (bütçe), diğeri banka. O dönemde çok ağır reçetelerle, Kemal Derviş ve IMF işbirliğinde bütün bu kırık bacalar onarıldı. Ekonomi, o anlamda kamburlarını düzeltmiş oldu. Bu içeriden bir gelişme oldu. Yani AKP iktidarı hazır buldu önünde. Dış dünyada da para bolluğu vardı. Dolayısıyla bu ikisi birbiriyle çakıştı.
Yine 2001 krizi sırasında özelleştirme kanunları çıkarıldı. Özelleştirme önünde hiçbir engel kalmadı. Bunları icra etmek AKP’ye kaldı. Dolayısıyla içeride ve dışarıda çakışan iklim, yabancılar açısından Türkiye’yi de yatırım yapılabilecek bir ülke durumuna getirdi. Arkasından para akışı devam etti.
Bu olumlu durum nasıl olumsuz sonuçlara döndü?
– Bu paranın geldiği kadar nerede kullanıldığı önemliydi. Hata, burada bu paranın döviz kazandıracak sektörlere kanalize edilmemesiyle başladı. İhracatçı sanayiciye ya da daha kaliteli turizmciye, yani daha döviz kazandırıcı faaliyetlere bu para aksaydı daha doğru işler yapılmış olurdu. O yapılmayıp inşaat, haberleşme, cep telefonu operatörlüğü, sivil havacılık gibi iç tüketime yönelince, bunlar yanlış şeyler değil, bunların da talepleri var ama siz sonuçta aldığınız dövizi kazanamayacaksanız o zaman açığa düşersiniz. Türkiye, şu anda o durumda. 375 milyar dolar bir dış borç stoğu var, bunun üçte ikisi özel firmaların.
Dolayısıyla doğru kullanılmamış bir kaynak. Kaynak gelince halka yansıması nasıl oldu? Halk bir taraftan iyi kötü bir iş buldu. Yüksek ücretli olmasalar, sendika, sözleşme vs. hakları kullanmasalar bile hanede bir kişi daha çalışmaya başladı. Kırdan kente göçen kadınlar, şehirde düşük de olsa bir iş buldular. Böylece eve gelir girdi. Tüketim imkanı arttı.
Yanı sıra bankacılık sistemi dışarıdan temin ettiği bütün bu dış kaynakları, içeride tüketici kredisi olarak halka kullandırdı; konut, otomobil, ihtiyaç kredileri, herkese 2-3 kredi kartı… Ama bu sonuçta borçlanma. Dolayısıyla başbakanın sözünü ettiği otomobil, evde mobilya yenileme sevdası, taksite girerek, borçlanarak sağlandı.
Bu durum nasıl devam edecek?
– Bunun sürmesi mümkün değil. Nitekim yavaş yavaş kredi kartına taksit sayıları azaltılmaya başlandı. Çünkü yapılan dolu dizgin borçlanma iç tüketime dönük. İç tüketimdeki üretim ithalata bağlı. Döviz kazandırmayan bir durum. Cari açığı büyüten tehlikeli bir durum. Daha fazla büyümemesi için ekonomiyi, talebi yavaşlatma dolayısıyla taksitleri azaltma yapıyorlar.
Daha önemlisi bu yıldan başlayarak bu borçların ödenmesinde bir sorun olacak mı olmayacak mı? Çünkü firmaların aldığı borçların önemli bir kısmı, önümüzdeki 12 ayda ödenmesi gereken borçlar. Şimdi bir de Türk lirası değer yitirince döviz borçlarının TL karşılıkları çok ciddi bir yük oldu firmaların sırtlarında. Bir dizi firmayı zorlayacak. Firmalar zorlanınca, bu durumu işyerlerine yansıtırlar. Maliyetleri düşürmeye, işçi çıkarmaya başlarlar. Çıkarılan işçi belki kredi borcunu ödeyemez. Bu da yeniden banka sistemine döner. Çünkü banka sisteminin kredilerinin dörtte biri, tüketici kredisi olarak plase edilmiş vaziyette. Zincirleme bir tatsızlık yaşanabilir.
Son aylarda kendini iyiden iyiye hissettiren olumsuz ekonomik gidişatın Gezi eylemleriyle başladığı vurgulandı. Dolarda Gezi sürecinden 17 Aralık yolsuzluk operasyonuna kadar yüzde 15’lik bir artış görüyoruz. 17 Aralık sonrası ise, dolardaki artışın Gezi sürecinden daha hızlı geliştiğine şahit olduk. Ekonomi üzerinde halkın eylemlerindense politik süreçte yaşananlar daha etkili oldu diyebilir miyiz? Gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
– Evet, tam öyle oluyor. Bir kere yerel paraların Türkiye dahil olmak üzere değer kaybı tamamen Amerika’daki gelişmelerle ilgili. Amerika’da FED, Merkez Bankası, para politikasını sıkılaştırmaya karar verdiğinde bu şu demektir: Yavaş yavaş orada bir ekonomik büyüme geçişi olacak, faizler biraz yükselecektir. Bu da yabancı yatırımcılar için iyi haberdir. Çünkü Amerika ekonomisi, daha güvenli bir limandır. Bu haber Mayıs ayında duyulunca, Türkiye dahil olmak üzere bütün ülkelerden yabancı para çıkışı söz konusu oldu. Yabancı para çıkışı ya da gelmeye niyetli paranın gelmekten vazgeçmesi demek, ülkedeki dolar hacminin daralması demek, dolar hacmi daralınca fiyatı yükselir. Dolayısıyla bunun Gezi süreci ile ilgisi yok.
Yalnız, Gezi sürecinden dolayı hükümetin prestij kaybı ve bundan dolayı yatırımcı gözünde imajının düşmesi gerçeği var. Bunun Gezi direnişini yapanlarla ilgisi yok, hükümetin haklı bir protestoya ve gösteriye polis şiddetiyle karşılık vermesi gibi bir nedeni var, hükümetten kaynaklanıyor. Hükümet bununla kendi imajını, dış algısını ciddi ölçüde zedelemiş, bir anlamda ayağına sıkmıştır. Şimdi gittiği her dış gezide sürekli olarak Haziran direnişindeki polis şiddeti kendisine soruluyor ve sıkıştırılıyor.
Bir ülkede siyasi iktidar imaj kaybına uğrarsa, o yabancılar açısından eksi nottur. Buna bir de 17 Aralık yolsuzluk operasyonu eklendi. Burada da iktidar, yargıyı soruşturmalar konusunda özgür bırakmak yerine bunu bir komplo olarak niteleyip soruşturmaların üstünü örtme çabası içinde. Bu, artı bir dış imaj kaybına yol açmış durumda. Ve bir belirsizliği de davet etmiş durumda. Bunlar hep yabancı sermayedarları kaçıran şeylerdir.
Türkiye’nin IMF borcunun bitmesi tüm dış borçlarının bitmesi gibi sevinçle yansıtıldı. İran’a ödeme kolaylığı için yapılan altın ihracatı sayesinde, cari açığın olduğundan düşük çıkması da yine olumlu bir gösterge sayıldı. Bunlar aslında gerçekten farklı ekonomik yansıtmalar oldu. Önümüzde neler göreceğiz?
– Hükümetin şöyle bir telaşı var, şunun farkındalar, yabancı para gelmezse ekonomi çarkı dönmüyor. O nedenle ne yapıp edip yabancıları tekrar ikna edip çıkan varsa gelsin, gelmekte tereddüt eden varsa da onların tereddütlerini giderelim diye çok da gerçekçi olmayan bir tablo sergilemeye çalışıyorlar.
Yabancılara tahdit getirmeyiz, çıkmak isterseniz çıkarsınız diyorlar, Maliye Bakanı, ‘Mart ayıyla beraber her şey süt liman olacak’ diyor. Başbakan, dışarıda ‘Gezi hadisesini şiddete çevirdiler’ diye kulplar bulmaya çalışıyor, yolsuzluklara komplo, paralel devlet söylemleriyle yokmuş gibi bakıyor. Ama bunların bence, büyük bir kısmı doğru değil. Yabancılar da çok iyi biliyorlar, dışarıdan takip ediyorlar zaten.
Onun ötesinde Türkiye’nin kırılganlığı var. Bu politik kriz ek unsur oldu. Bu politik kriz çıkmasaydı bile, Türkiye ekonomisi dış borçlarını çevirmede, büyümesi için gerekli kaynağı bulmada, o kaynağı yerine koymada çok önemli problemlerle karşı karşıya. Çünkü döviz üreten bir ülke değil. Tersine, ihracatını bile ithal girdiyle yapan yani ihraç ettiği konfeksiyonun kumaşını, ipliği bile ithal eden bir durumda. Bu sebepten döviz kuru yükseldiği halde ihracat artmadı. Türkiye, önemli politik ve ekonomik sorunlarla 2014 yılına girdi. Çatışmaların bu yıl seçim yılı olması nedeniyle daha da ivmelenmesi söz konusu. Bir belirsizlik, kavga hali devam ediyor.
Peki yabancı yatırımlara bağlı bir Türkiye’den içte halkın daha bilinçli olduğu, tasarrufa yöneldiği bir duruma geçmek hayal mi?
– Hayır değil. İki türlü olabilir. Bir yandan tasarrufları artırıcı bir çaba içerisine girersiniz, bir yandan da dış kaynağı daha akılcı kullanırsınız. Yani birdenbire olmaz. Türkiye, her halükarda büyümeyi gerçekleştirmek için dış kaynağı kullanmak zorunda.
Tasarrufu nasıl artıracaksınız? Çılgın tüketimi durduracaksınız. Türkiye, yılda 7 milyar dolar cep telefonu, laptop ithalat edecek bir ülke değildir. Bu durumda üretime dönüp tasarrufu özendirmek lazım. Vergi mekanizması yoluyla gelir dağılımını adilleştirmek gerek. Biraz daha yüksek gruplardan vergi alıp kamu maliyesini güçlendirerek yol almak mümkün.
Harcamalarda gereksiz asker, polis harcaması ya da bir dizi müteahhidi zengin edecek inşaatlar yapmamak gerek. Eğitime önem vererek işgücünü geliştirmek gerek. Dış kaynakta burada sıfırdan elini taşın altına koyan, sanayi, hizmet sektörlerini geliştiren, istihdam yaratan, ihracat yapan, vergi üreten bir yatırımcıyı çekmek gerek.
Şu anki hükümet böyle bir yol izleyebilir mi?
– İzleyemiyor. Bence bu hükümet çok önemli bir inişe geçti. Hükümetin, hem dış dünya gözünde bir güven kaybı söz konusu hem de içeride çok ciddi bir toplumsal kutuplaşmaya yol açtı. Bunu toparlaması kolay değil. Türkiye’nin yeni bir uzlaşmaya ihtiyacı var. Bu hükümet, özellikle bu başbakan buna çok ehil değil.
Türkiye gibi olup da değişik yönde ilerleyen ülkeler var mıdır?
– Brezilya, çarpıcı olarak çok farklıdır. Gezi olayları sırasında orada da gösteriler patladı. İnsanlar ‘Bunca fakirlik varken neden Olimpiyat ve Dünya Kupası organize ediyorsunuz’ dediler. Cumhurbaşkanı çıkıp ‘Haklı protestolardır’ dedi ve polis şiddeti uygulanmadı. Brezilya gelen dış kaynağı daha akıllıca kullanıyor, bize göre cari açığı çok daha düşüktür. Çok daha hızlı büyüyen bir ekonomidir.
Güney Afrika ekonomik göstergeleri Türkiye’ye benzemesine karşı, politik olarak çok demokrattır. 11 farklı dilin konuşulduğu, resmi dil olarak kabul gördüğü, en azından politik olarak insanlara özgürlük alanı açmış bir ülke. Hindistan keza.
Türkiye kendini hem politik hem ekonomik olarak ciddi biçimde daraltmış, sorunlara boğmuş bir ülke. Türkiye her anlamda en kırılgan ülke.
Klasik soruyla bitirelim isterseniz. Dolar ve faiz ne olur?
Dolar artma eğilimindeydi. Artan dolarla hükümetlerin baş etmesi kolay değildir. Bunun panzehiri olarak da faizi yükseltme durumundalar. Faizin yükseltilmesinden imtina ettikleri için dolar yükselişini sürdürdü.
Küçük tasarruf sahipleri için böylesi zamanlar biraz da kumardır. Bilemezsiniz hangi noktası almak için doğrudur, hangi noktada satmak gerekir. Bugün 2,25’tir, düşmüş gibi görünür gider alırsınız ama bir bakarsınız yarın 2,15’e düşmüş, yanlış yerden almışım dersiniz. Bir zaman sonra 2,30’a çıkar, neden sattım dersiniz. Borsa da öyledir. Hem dolarda hem borsada bir risk, bir kumar vardır. Altında da durum aynıdır. Ama faiz öyle değildir. Adı vardır. Şu kadar süre içerisinde şu kadar para verilecektir denir. İnsanların paralarını koruma kaygıları varsa onu bir faize bağlayarak, enflasyondan korumaya çalışabilirler.