AKP’s 1,300-lira minimum wage pledge challeng business world
Mustafa Sönmez-Hürriyet Daily News, November/16/2015 The main opposition Republican People’s Party (CHP) prioritized improvement in…
REGRESSION in AGRICULTURE and its IMPACTS ON RURAL SPACES
Mustafa SÖNMEZ (Economist-Author)
ABSTRACT
It is known that the main economic activity of the villages and the countryside in general is agriculture and animal husbandry. In recent times, tourism has been added to this in some places. Agriculture and animal husbandry sectors, which are the predominant production activities and have direct effects in the shaping of the physical environment in villages, is in a steady decline, particularly in Turkey. Villages in the shaping of places that have direct effect, which is predominantly agricultural and livestock production activities of the village, Turkey is in a steady decline in private. In the 19th century and in the early years of the Republic, when it was started to be integrated with the Western capitalism, the agriculture and animal husbandry sectors were engaged in export-oriented production, and thus, the income entering to the villages were increased in a short time especially in the regions close to the sea or ports such as the Aegean, Mediterranean, and even the Black Sea. This process led to transformations in the physical environment as well as in the rural economy. On the other hand, the villages located in East, Southeastern and inland regions of Anatolia, which are engaged only in subsistence agriculture, remained as closed environment. Approaching the 2020s, the villages and the rural landscape in Turkey faces an abandonment, neglection and erosion as a result of absolute regression in agriculture and animal husbandry sectors. In this article, the effects of agriculture and animal husbandry policies, which were developed during the crisis in the early 2000s, on the villages and rural communities are discussed.
TARIMDA GERİLEME VE KÖY MEKANINA YANSIMASI
Mustafa SÖNMEZ (İktisatçı-Yazar)
GİRİŞ
Köy ya da kent, yerleşim yerlerinin mekânsal biçimlenişinde, aldığı formda, barınılan konutların mimarisinde, köy ve/veya kentin kamusal alanlarının, mekanlarının şekillenişinde, üretim biçiminin, üretim ilişkilerinin önemli bir yeri olduğu açık.
Konumuz köy mekanı özelinde odaklanırsak, köylerin, genel olarak kırların ana ekonomik faaliyetinin tarım ve hayvancılık olduğu bilinir. Buna, yakın dönemlerde bazı yerlerde turizm de eklendi. Ama yine de köyün, kırın asli ekonomik faaliyet alanı tarım ve hayvancılıktır. Bu üretim faaliyetinin köylüler tarafından yerine getiriliş biçimi, ürünün metalaşma derecesi, pazar ile olan ilişkisi, dolayısıyla bir birikim yaratıp yaratmaması, köylü gelirine yansıması, mekanı da şekillendirir, dönüşümlere yol açar.
Köyde en önemli üretim aracı olan toprağın mülkiyeti, toprak dağılımı, köylü nüfusun tarihsel süreç içinde sınıfsal farklılaşması da köydeki gelir bölüşümünü etkilemiş, bunun devamında konut ve mekanların farklılaşmasında belirleyici olmuştur.
Geçimlik tarım ve hayvancılığın geçerli olduğu zamanlarda ve toplumsal formasyonlarda, tahmin edileceği gibi, köy konutunun mimarisi ve formu, daha çok köylü ailesinin ve hayvanlarının barınmasına imkan verecek basitlikteydi. Köy konutu, yer alınan coğrafyanın doğal imkanlarıyla belirlenen türdeydi (Resim 1). Ormanlık bir bölgenin köy mekanında ahşap, bundan mahrum olanda kerpiç, yer yer taş yapı malzemeleri ile ailenin emek gücü kullanılarak barınma amaçlı konut inşa edildiği biliniyor.
Resim 1. Kurulduğu tarihsel dönemin mimari biçimlenişini günümüzde büyük ölçüde yansıtan terk edilmiş bir köy: Lübbey Ödemiş, İzmir (K. Güler).
Köyde, feodal bey, ağa, aşiret reisi türü kır egemenlerinin olduğu formlarda, üretim ilişkilerinin ve sınıfsal hiyerarşinin mekana ve konuta ayrıca yansıdığı da bilinir. Kır egemeni ve ailesi, konak ya da benzeri görece sağlam, geniş, iyi malzemeden üretilmiş konut(lar) kullanırken (Resim 2), kır egemeninin emrindeki yoksul köylülerin barınakları hem kullanılmış malzeme hem büyüklük açısından daha basit ve ilkeldir (Resim 3).
Kırdaki tarım ve hayvancılığın geçimlik düzeyden “Pazar için üretime” geçişi, dolayısıyla üretilen tarımsal ve hayvansal ürünün metalaşması, ticarileşmesi ile birlikte köy ve mekanı da değişime uğramıştır. Pazar için üretim ister küçük üreticiliğin yaygın olduğu köyde, ister toprağın az sayıda kişi veya ailede toplandığı bir formasyonda olsun, üretimin artırılmasını, ürünün pazara götürülen kısmının çoğaltılmasını, devamında, harcanmaya amade bir fazlanın yaratılmasını da getirdi. Bu fazla ile konutu, pazardan temin edilen daha iyi malzemeler ile mekanı, hatta köyün yol, çeşme, cami vb. kamusal mekanlarını iyileştirmek imkanı da doğdu.
Türkiye kırında, köyünde, pazar için üretimin özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren arttığını, bunu da iç pazarın, kentlerin ihtiyacından çok, dış pazarlar için, ihracata dönük tarım üretiminin ivmelendirdiğini söylemek gerekir. Osmanlı coğrafyasında elbette yerel ve bölgesel pazarlar kurulur, başta başkent İstanbul olmak üzere, büyük kent pazarları için ürün üretilirdi ama bu, dış pazarlara dönük üretim kadar fazlayı motive etmezdi.
Şevket Pamuk, ihracata dönük tarım konusunda şunlara işaret etmektedir: “1880 sonrası dönemde belli başlı ihraç malları tütün, kuru üzüm, incir, ham ipek, ham yün, afyon, buğday ve arpa idi. Önemi daha az olan ve hiç birinin toplam ihracat içindeki payının yüzde 5’i aşmadığı ürünler ise meşe palamudu, fındık, pamuk ve zeytin yağıydı. …Osmanlı ihracatı, İngiltere ve Almanya’nın ithalatında önemli bir yer tutuyordu.“ (Pamuk, 1984: 50)
Yine Pamuk’un TÜİK (eski DİE) yayını olarak 1994’te yayımlanan “19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti” çalışmasında ihracatın seyrindeki tırmanış dikkat çekicidir. Pamuk’un belirlemelerine göre, 1830’da 3,7 milyon İngiliz Sterlini olan Osmanlı ihracatı, 1913’e gelindiğinde yaklaşık 7 kat artmış ve 28 milyon İngiliz Sterlinine kadar çıkmıştır.
Tarımsal ve hayvansal ürün ihracatı, özellikle Ege, Güney Marmara, Akdeniz, Karadeniz gibi limana yakın bölgelerde, Avrupa’ya yakın Rumeli topraklarında ticari tarımı hızla özendirdi ve kırsala göreli olarak daha çok gelir aktı. Bu da köyün konutuna, mekanına belli ölçülerde yansıdı.
İhracata dönük tarım, özellikle yabancılarca teşvik gördü. İsmail Tökin, 1934 tarihli “Türkiye’de Köy İkitisadiyatı” isimli eserinde bu durumu şöyle anlatır: “Meselâ Alman mensucat sanayiine pamuk tedarik etmek üzere teşekkül etmiş olan «Deutsche Levantinische Baumwollgesellschaft», İzmir ve Adana’daki şubeleri vasıtasile pamukçuluğun inkişafı için son beş sene (1905) zarfında müstahsile Mark ikraz etmişti… Şirketlerden maada büyük ihracat tüccarları da müstahsilin iş müsmiriyetini tezyit etmek maksadile aynı suretle hareket etmişlerdi. Türkiye’de muhtelif teşebbüslere yatırılmış ecnebî sermayelerinin de köy iktisadiyatında emtia istihsalinin inkişafında menfaatları vardı. Demiryollarını misal alalım: Demiryollarına yatırılmış sermayelerin kâr getirebilmesi için hatlar güzergâhında zatî iktisat sisteminin yıkılması lâzımdı. Hatlar işletme masraflarını ancak emtia istihsalinin inkişafile koruyabilirlerdi. Bunun için demiryolları idarelerinin hat güzergâhlarında emtia istihsalini arttıracak tedbirler aldığı görülmüştür. Anadolu demiryolları idaresi, hat boyundaki köylü ile temasa geliyor, ona kredi, ziraî aletler ve tohum veriyordu.” (Tökin, 1934: 122)
CUMHURİYETİN İLK YILLARI, DEVLETÇİLİK VE SAVAŞ DÖNEMİ
Bu, ihracata dönük tarım ve bunun köy-kır mekanını etkilemesi, Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürdü. Türkiye, siyasi bağımsızlığını kazanmış olmasına karşın, dünya ekonomisi ile ilişkiler ve iş bölümü eskisi gibi devam etti (Sönmez, 1982).
Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında da dünya ekonomisine tarım ürünü ihracatçısı bir ülke olarak katılımını sürdürdü. İhracatın, dönemin milli geliri içindeki payı yüzde 11’e yaklaşıyordu. Tarımsal üretimden dışarıya satılan kısım yüzde 20’ye yaklaşıyordu. Bu oran, Cumhuriyet öncesi 1908-1914 döneminde yüzde 14 idi (Keyder, 1982).
Çağlar Keyder, Cumhuriyetin ilk yıllarında demiryolları ile tarım merkezleri bağlantısını özellikle vurgulamakta ve şöyle demektedir: “Batı Anadolu’nun ürettiği tarımsal artığın dışarıya akıtıldığı İzmir’i zengin hinterlandına bağlayan Ege demiryolları açıkça daha büyük miktarda ürünü Avrupa pazarlarına aktarabilmek amacıyla inşa edilmişti. İstanbul’u Şam’a bağlayan demiryolu hattı ise Anadolu’nun belli başlı tarım merkezleri olan Eskişehir, Afyon, Konya ve Adana üzerinden geçiyordu. Bu demiryolu ayrıca Ankara’ya bağlıydı.” (Keyder, 1982: 47).
Ancak 1929 dünya iktisadi buhranı ile birlikte dünya ticareti daralıp tarım ürünlerine talep de düşünce, Türkiye’nin ticari tarıma açık köy ekonomisi bundan olumsuz etkilendi. İhraç edilen ürünü emecek bir iç pazar, büyüyen bir kentleşme henüz yoktu. Kentleşme oranı yüzde 20’lerin bile altındaydı. Köy ekonomisinin dünya buhranı ile gelen bu darboğazı, 1930’ların devletçilik politikaları ile biraz olsun hafifletildi (Boratav, 1974). Üç beyaz; un, şeker, tekstil fabrika yatırımları köylünün buğdayına, pamuğuna, şeker pancarına bir talep yaratırken Ege’deki Tariş örgütlenmesi de Ege köylüsüne ve tarım ürünlerine dayanak oldu (Tarih Vakfı-Tariş, 1993).
İkinci Dünya Savaşı yıllarında hem 4 yıla uzanan silah altına alınma zorunluluğu ile köylü işgücünün üretimden kopması hem ekonominin, talebin daralması ile köylülük zor dönemler yaşadı. Durumu, Cem Eroğul şöyle aktarmaktadır: “Harp yılları büyük bir kıtlık dönemi olmuştu. Köylüler jandarma baskısından şikayetçiydiler.” (Eroğul, 1970: 55). Bu hoşnutsuzluklar, köylü seçmenin desteğini de alan Demokrat Parti’yi 1950’de iktidara getirmekte etkili olacaktı.
1950’LERDEN 1980’LERE
İkinci Dünya Savaşı sonrasının değişen dünya ve ülke koşulları, köy ekonomisine, köylü mekanına da yansıdı. Dünya Bankası ve IMF üyeliğinin ardından dünya kapitalizminin işbölümüne uygun davranması beklenen Türkiye’ye işbölümünde uygun gösterilen işlerden biri tarıma ağırlık vermesiydi. Türkiye “mukayeseli üstünlük” kuramı gereği, sahip olduğu tarım ve hayvancılık potansiyelini geliştirip bunlardan daha çok ihraç edip döviz sağlayabilirdi. Geçimlik tarım bölgelerini pazara açmak, sulanabilir arazileri çoğaltmak, tarıma modern makinalar, traktör ve teknolojiyi sokmak, üretilen ürünü en etkin biçimde pazarlara ulaştırmak gibi öneriler çerçevesinde, Dünya Bankası kredileri bu amaçlara dönük yönlendirildi. Devlet Su İşleri aracılığıyla birçok sulama amaçlı baraj inşası başlatılırken, Karayolları Genel Müdürlüğü en ücra tarım bölgelerine kadar yol yapımına girişti. Zirai Donatım Kurumu çiftçiyi traktör, yapay gübre, modern tarım ilaçları ile donatmak üzere örgütlendi ve bu adımların çoğu düşük faizli, uzun vadeli uluslararası krediler ile gerçekleşti (Sönmez, 1982).
Tarıma sağlanan bu motivasyon, beraberinde tarımda büyüme, ihracata dönük tarımda hızlanmayı, köylerde de birçok değişimi beraberinde getirdi. Tarımın makinalaşması, kırdaki işgücünün bir kısmını işsiz bırakınca kentlerde hızlanan inşaat ve sanayi faaliyeti de işgücü talebini artırınca, köyden kente göçler hızlandı. Özellikle İstanbul, köylülerin önemli göç adresi oldu. Kente gelenlerin barınma sorunlarını çözmek için hemşeri dayanışması içinde gecekondu yapımına hoşgörü bulmaları, köyden kente göçü kışkırtan bir başka etken oldu (Tarih Vakfı, 1993).
Özellikle 1960’lı yıllardan başlayarak başta Almanya’nın olmak üzere Avrupa’nın işgücü talebi, bu kez köyden Avrupa sanayi ve maden kentlerine göçü getirdi. Köyler biraz daha tenhalaşmaya başladı. Köy, yavaş yavaş göçen genç nüfustan geriye kalan yaşlıların mekanı oldu (Tablo 1).
1970’lerin başında 35,6 milyon nüfusu olan Türkiye’nin yüzde 71’i kırlarda yaşıyordu. Burada kır tanımının 20 binden düşük nüfusu olan yerleşmeleri kapsadığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Tarımın daha çok pazara, hem iç tüketime hem ihracata yönelmesi, bunun görece daha modernleşmiş bir tarım biçiminde icrası, yanı sıra, devletin yol, baraj, sulama, elektrik, banka kredisi, gübre desteği, zirai mücadele gibi destekler vermesiyle, tarıma, köylere giren gelirde görece artış oldu. Bununla beraber köy nüfusunun bir kısmı kentler, hatta yurt dışına göçü tercih etmeye, ya da kırı tam terk etmeden, kentte de gelir, varlık sağlayacak bir alan açmaya başladı. Köy mekanı, konut, bu değişimden elbette etkilendi.
Köylerin kentlerle ulaşımı, iletişimi, arttıkça etkileşim daha çok hızlandı. Geleneksel konut inşası yerini yavaş yavaş tuğla, çimento, demir kullanılan yeni inşaatlara bırakmaya başladı (Resim 4). Köye gelen karayolu, içme suyu, elektrik gibi kolaylıklar, konutun, köy mekanının formunu da değiştirmeye başladı (Eres, 2016).
Resim 4. Yeni malzemelerin konut yapımında kullanılmasıyla kırsalın değişen çehresine bir örnek: Karaçam Mahallesi, Çaykara, Trabzon (Sami Ayan, Çaykara Gazetesi).
Çok partili hayat, köylü seçmenin iktidarı belirlemede giderek artan önemi, iş başına gelen iktidarların köye dönük yatırım ve köylü seçmeni özellikle seçim arifelerinde memnun kılma çabasını artırdı. Önce 1950’lerde Demokrat Parti, ardından merkez sağı temsilen 1960’lar ve 1970’lerde Adalet Partisi, bazen tek başına, bazen koalisyonlarla yönettiği Türkiye’de 1980’e kadar olan dönemde tarımı, köylüyü memnun tutacak politikaları uygulamaya, eldeki bütçe imkanları dahilinde çaba gösterdiler. Bunlar da köye ve köylü gelirlerine yansıdı.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı kapitalizmi içinde yer alarak uygulamaya başladığı makro ekonomik politikalar, 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca “Planlı dönem” adı altında daha sistematik bir biçimde uygulandı. “İthal ikameci büyüme” adı verilen bu çerçevede, sanayinin ön plana alındığı görüldü. İthalata dayanan sanayi ürünlerini içeride üretip bunu gümrük duvarları ile dış rekabetten koruma ve iç tüketicilere satma esasına dayanan bu büyüme modelinde, tarım, hem sanayiye hammadde üreten hem de sanayinin mallarını kullanan bir aktör olarak yer aldı.
Özellikle başta gıda ve tekstil sanayilerinde yoğunlaşan sanayi için kalabalıklaşmaya başlayan kentler kadar, köyler de potansiyel pazarlardı. 1960’ların sonlarından itibaren beyaz eşya giderek otomobil üretimi, yine kentler kadar köyleri kapsama alanına aldı. Köylerin elektrifikasyonu, içme suyunun konutların musluklarına kadar ulaşması daha çok önem kazandı. Bu hizmet arzı, özellikle devletin görevleriydi. Ama devlet, ayrıca, köylünün bu malları alıp tüketebilmesi için ürettikleri tarım ve hayvansal ürünlere destek politikaları da geliştirdi. İzlenen taban fiyatları, özellikle seçim öncesi yıllarda köye görece daha çok gelir girmesini sağladı.
Görece artan gelir, köylünün tarımda tutunması ve tarımcı olarak köyde ikameti anlamına geliyordu. Köylü bu yeni tüketim kalıpları ile köyde yaşarken köyü de değiştiriyordu. Buna, konutundan başlıyordu. Eski tarz konutları yıkıp yenisini inşa ederken, geleneksel hızla tahrip oluyordu. Köyün okulu, camisi, meydanı, kamu kurumları, köye yeni bir format kazandırıyor, özellikle pazar ile yakın ilişkisi olan tarım geliri dışında, köye yakın madenlerde, yol-baraj inşaatlarında, sanayide ücretli emek olarak çalışan köylü, haneye tarım geliri yanında ikincil gelirler katarak “orta köylü”, yer yer “Üst-orta köylü” durumuna da geliyordu. Buna bir de büyük kentte kazanılanı, hele ki yurt dışından döviz biriktirerek köye aktarılanları eklediğinizde, birçok köyün durumu bir hayli farklılaşıyordu. 1980 sonrası turizm yatırımlarının artması özellikle Akdeniz, Ege sahil köylerinde tarımsal arazilerin turizm yatırımları için satın alınması, bu bölgelerde daha farklı dönüşümleri beraberinde getirdi. 1980 öncesine kadar uygulanan ithal ikameci ekonomi politikaları, iç pazarı hedeflerken ihracatı, dolayısıyla döviz kazanımını kulak arkası etti. İthal ikameci sanayiler, gümrük duvarları ile dış rekabetten korunurken kullandıkları makine, teçhizat, ara malı, enerji yönünden ithalat bağımlılıkları sürüyor ve bu ithalat için gerekli döviz 1980’lerin sonlarına gelindiğinde artık bulunamıyor, ülke sık sık ödemeler dengesi açıkları veriyordu. İthal ikameci politikayı bir dizi sübvansiyon ve açık bütçe politikalarına dayanarak sürdüren iktidarlar, hızla artan Hazine açıkları nedeniyle yüzde 100’lere dayanan enflasyonlar yaşamaya başladılar (Sönmez, 1982).
1980 SONRASI NEOLİBERALİZM VE TARIM
İthal ikameci politika, artık köylünün tarım ürünlerine uygulanan taban fiyatı desteklerini de kaldıramıyordu. Tıkanan ekonomi, kredi temini için Uluslararası Para Fonu’na (IMF) gittikçe, Hazine açıklarına neden olan kamu iktisadi teşebbüsleri, belediye, sosyal sigorta, merkezi bütçe açıklarının yanında beşinci olarak, tarıma verilen desteklerin yol açtığı açıklara parmak basılıyor ve bunların artık daraltılması, bazılarının iptal edilmesi gereğinden söz ediliyordu.
Ağırlıkla IMF’ce hazırlanan 24 Ocak 1980 Kararları isimli acı reçetenin içinde tarıma tırpan önemli bir yer tutuyordu.
1980 sonrasında tarım, adeta geriletildi. Bu, köyün de gerilemesi demekti. Tarıma dönük tasfiye politikaları birkaç koldan yürütüldü. Hazine’ye yük oluşturduğu iddiasıyla ürün destekleme politikaları sıkılaştırıldı, destek miktarı azaltıldı. Başta tütün olmak üzere bazı ürünlerin ekimi sınırlandırıldı ve çiftçiye ekmeme karşılığı Doğrudan Gelir Desteği (DGD), adı altında bir tazminat ödendi. Tarımsal istihdamı hızla daraltan DGD sisteminin radikal bir biçimde uygulanması; tarımın ticaret hadlerinin (TTH: tarım/sanayi fiyat endeksinin) sürekli ve adeta geri dönüşsüz biçimde tarım ve çiftçi aleyhine döndürülmesi ile devam ettirildi. Bunun yanında; tarım tüketicisi diğer tüketiciler gibi, dolaylı vergilerle sağıldı. Böylece görünür desteklerin görünmez yollarla fazlasıyla geri alınması; tarımın finansmanının daraltılması ve kredi reel faizlerinin yükseltilmesi gibi önlemler, tarımı zayıf düşürmeye başladı.
1980’lerde 24 Ocak Programıyla köklü bir biçimde tarım aleyhine estirilen rüzgarlar ANAP iktidarını takip eden koalisyonların bir nimeti olarak 1990’larda inişli çıkışlı bir seyir izledi, seçmen memnuniyeti kaygısı, zaman zaman tarıma yaradı. Ancak 1998’den başlayarak yüksek enflasyon ile birlikte tarımın aleyhine sanayinin lehine seyreden tarım/sanayi fiyatları, tarımı hızla yoksullaştırmaya başladı. Özellikle 2000 IMF/Dünya Bankası Programı sonrası izlenen politikalar, hep tarım aleyhine gelişme gösterdi. Böylece tarımdan tarım dışına değer aktarımının düzeneği kalıcılaştı.
1 Ocak 2000 yılında yürürlüğe sokulan IMF Programı yalnızca bir istikrar programı değildi. Program, kapsamlı bir yeniden yapılandırmayı da içermekteydi. Oğuz Oyan, bunu şöyle ifade etmektedir: “Bunun, finansal sistem, KİT sistemi ve tarımsal yapı olmak üzere üç önemli ayağı bulunmaktaydı. KİT sisteminin tasfiyesi, çok sayıdaki tarımsal KİT’ler nedeniyle doğrudan doğruya tarımı da ilgilendirmekteydi. Finansal sistemdeki dönüşüm de tarımdakiyle dolaylı bir ilişki içindeydi. Tarıma ilişkin düzenlemelerin bütünü, 1980’li yıllarda dayatılan dönüşümü çok aşan bir kapsamdaydı.” Oyan (2018).
Oyan’a göre, tarımda dönüşüm talebi ülkenin ve tarım sektörünün kendi iç dinamiklerinin zorlamasıyla değil, gelişmiş ülkelerin ve ulusötesi şirketlerin ihtiyaçlarınca belirlenmişti. “Tarımda Reform Uygulama Programı (TRUP) denilen programın sahibi olan IMF ve Dünya Bankası ikilisi, iktidarlar değişse de dönüşümün içeriği ve hızından ödün vermemişti. İlk büyük hamleler Ocak 2000- Kasım 2002 arasındaki yaklaşık üç yılda DSP-MHP-ANAP koalisyonu dönemindeydi. Sonrasını AKP iktidarı devralacak ve bu programı büyük bir sadakatle bugüne dek uygulayagelecektir.”
Desteklerin azalması ile birlikte, Kürt sorununa barışçı çözümler üretmek yerine “güvenlikçi” politikalarda ısrar, bunun devamı olarak Güneydoğu’daki birçok köy ve mezrada zorunlu göç uygulamasına geçilmesi, can ve mal korkusu ile köylerin terki, tarımsal potansiyelin de körelmesi sonucunu yarattı (Resim 5) (Sönmez, 2013).
Resim 5. Terk edilmiş kendiliğinden yıkılmakta olan bir köy, Aşağı Ataklar Suruç, Şanlıurfa (Z. Eres).
Tarım, sanayi yerine İstanbul kent rantı iştahına prim verilmesi, destekleri azalan ve üretim teşviği görmeyen çiftçinin motivasyonunu da azalttı. Bu da tarımı önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkardı, köy mekanının tenhalaşmasına yeni boyutlar ekledi.
Tarımsal üretimi gerçekleştiren çiftçi sayısı hızla azaldı. 2000’de 21,5 milyon olan istihdam içinde tarımsal istihdam 7,7 milyon ile yüzde 36’ya yakın bir büyüklüğe sahipti. 2017’ye gelindiğinde istihdam 29 milyondu ama tarımın toplamdaki payı yüzde 19,4’e geriledi (Sönmez, 2018).
Tarıma iç destek düzeyi, 2000-2002’de ortalama binde 12 dolayından, 2006 Tarım Kanununun milli gelirin en az yüzde biri (binde 10’u) kadar destek verilmesi hükmüne rağmen 2006-2007’de binde 6’ya düşürüldü, 18 Nisan 2006 tarihinde kabul edilen Tarım Kanunu ile çiftçiye destek yasal güvenceye alınmış gibi oldu ama fiili harcamalar farklı seyretti. Yasada, “Bütçeden ayrılacak kaynak, gayri safi milli hasılanın yüzde birinden az olamaz” denilmesine karşın çiftçi örgütü Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne göre uygulamada destekler, GSYH’nin yüzde 0,56’sında kaldı. 2016-18 ortalaması olarak da binde 4,2 düzeyine geriletildi. Böylece, 2007-2018 döneminde çiftçinin devletten alacaklı kaldığı destekleme miktarı 120 milyar TL’yi buldu (Oral, 2019).
Tarımsal hasılanın GSYH içindeki payı 2000’de yüzde 12’den, 2009’da yüzde 8,1’e, 2016’da yüzde 6,2’ye geriledi. Tarıma verilen destekler, dolaylı vergiler aracılığıyla da geri alınıyor. Örneğin AKP döneminde bu doruğa çıktı ve yalnızca tarımın kullandığı mazot üzerinden alınan ÖTV ve KDV toplamı, tarıma verilmiş tüm desteklerin yüzde 85’ini buldu. Doğrudan Gelir desteği, DGD ise, 18 milyar TL’yi ancak buldu. Ama bunun karşılığında 3 milyon hektara yakın toprak, ekim alanı dışında tutuldu ve 2,5 – 3 milyon çiftçi, üretimden dışlandı (Oyan, 2018).
Tarım dış ticarette de açık vermeye başladı. Cumhuriyet tarihinde ilk kez uzun dönemli bir “olumsuz bakiye” dönemine giren tarım 2003-2017 arasındaki 15 yılın 13 yılında dış ticaret açığı verdi. Dönem toplamı olarak açık 21 milyar dolara yaklaştı.
Tarımsal girdi üretimi ve/veya destekleme alımında görevli KİT’ler, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, Tarım Bakanlığı birimleri, tohum üretim istasyonları vb. işlevsizleştirilerek tarım adeta kötürüm duruma getirildi. Özellikle genç kuşak kırsal nüfusun tarımı deneyimlemeden kentlere akması dikkat çekiyor. Tarım Bakanlığı, ortalama çiftçi yaşını 55 olarak tahmin ediyor. “Genç çiftçi “ yetiştirilmesi için başlatılan ve gençlere 30 bin TL (Yaklaşık 6 bin USD) hibe verilmesinden ibaret projeler ise sonuç vermekten uzak görünüyor (Sönmez 2019).
Kırsalda yaşlanan nüfus ve üretimsizlik, tarımsal alanların ciddi oranda boş kalmasına neden olduğu gibi tarım alanları, özellikle kent merkezlerine yakın olanlar, inşaat arsasına dönüştü (Resim 6).
Resim 6. Tarım arazileri üstünde yükselen yeni inşaatlar: Yeni Bademli, Gökçeada, Çanakkale (A. C. Güler).
TÜİK tarım verilerine göre toplam tarım alanları 2001 yılında 41 milyon hektar iken, 2017 yılında 38 milyon hektara geriledi. 2001 Tarım sayımına dayanan çayır ve mera alanları dışarıda tutulduğunda, tahıl, sebze, meyve ekilen ve nadasa bırakılan alan toplamının 2001 yılında 26,4 iken 2017 sonunda 23,4 milyon hektara indiği anlaşılmaktadır. Tarım alanının bu kadar kısa sürede yüzde 13 dolayında azalması endişe vericidir (Şekil 1). Sulama altyapısının yetersiz oluşu ve tarım alanlarının ancak üçte birinde sulu tarım yapılması ise bir diğer önemli sorundur.
Şekil 1. Tarım Alanları’nın yıllara göre değişimi (TÜİK Veritabanından yararlanılarak geliştirilmiştir).
2018-2019 KRİZİNDE TARIM
Tarım sektörü, 2018-2019 kriz yılında özellikle gündem oldu. Kentlerde yaşanan yıllık yüzde 30’ları aşan gıda enflasyonu bunda etkili oldu denebilir. Sert fiyat artışları karşısında AKP rejimi, özellikle gıda ürünlerindeki artışı, ithalatla terbiye etme gibi sonuç vermeyecek bir önlemle uğraşırken yüzleşmekten kaçtığı asıl sorun, tarımsal ürün arzı yetersizliği ve tarımsal üretim ve yatırımla ilgili geleceğin pek umut verici olmaması.
Bu durum, Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda şöyle ifade edildi: “Türkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortaya çıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi asıl itibarıyla yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, etkin ve dinamik bir tarımsal üretim planlaması yapılamaması önemli bir yapısal sorun olarak görülmektedir. Üretim planlaması yapılabilmesi için tarımsal istatistik, rekolte tahmini ve erken uyarı sistemi altyapısının güçlendirilmesi gerekmektedir.”
Üreticinin tarımdan uzaklaşması artarken, terbiyevi ithalatla üretici daha da soğutuluyor. Bunun sonucu, tarımın milli gelirdeki payının hızla azalması oldu. Bu pay, 1998’de yüzde 12,5 iken 2017’de yüzde 6’ya kadar indi, 2018’de ise bu pay yüzde 5,8’e kadar geriledi (Şekil 2).
.
Şekil 2. Tarımın GSYH’daki Payı: 1998-2018 (TÜİK Veritabanından yararlanılarak geliştirilmiştir).
2018’de faiz dışı bütçe harcamaları yüzde 22’ye yakın artarken tarım destekleri yüzde 14 artabildi ve tarıma desteğin toplam bütçe harcamalardaki payı yüzde 2’yi bulmadı bile. Oysa tarımsal istihdam, ülke istihdamında yüzde 19’a yakın paya sahip ve bütçeden aldığı destek yüzde 2’yi bile bulmuyor (Şekil 2). Başka bir ifadeyle, tarımdaki istihdam 17 yılda 2,4 milyon azalarak 2018’de 5,3 milyona geriledi (Şekil 3).
Şekil 3. Tarım İstihdamı ve Toplam İstihdamdaki Payı (TÜİK Veritabanından yararlanılarak geliştirilmiştir).
Yıldan yıla dışa bağımlı hale getirilen tarım ve hayvancılık, döviz fiyatının sert artış gösterdiği 2018’de üretim düşüşleri gösterdi. Birçok bitkisel ve hayvansal ürünün üretimi azaldı. Döviz fiyatlarının ardından TL faizlerinin yükselmesi ile kaynak sorunu daha da ağırlaşan çiftçi, yaşadığı doğal afetlerden de olumsuz etkilendi.
Şekil 4. 2017-2018 Yılları Bitkisel Üretim Miktarları (TÜİK Veritabanından yararlanılarak geliştirilmiştir).
Üretim miktarları, 2018 yılında bir önceki yıla göre tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde yüzde 5,8, sebzelerde yüzde 2,6 azaldı (Şekil 4). Üretim miktarları 2018 yılında yaklaşık olarak tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde 64,4 milyon ton, sebzelerde 30 milyon ton ve meyveler, içecek ve baharat bitkilerinde 22,3 milyon ton olarak gerçekleşti. Tahıl ürünleri üretim miktarları 2018 yılında bir önceki yıla göre yüzde 4,8 oranında azalarak yaklaşık 34,4 milyon ton olarak gerçekleşti. 2017’ye göre buğday üretimi yüzde 7 oranında azalarak 20 milyon ton, arpa üretimi yüzde 1,4 oranında azalarak 7 milyon ton, çavdar üretimi değişim göstermeyerek 320 bin ton oldu. Baklagillerin önemli ürünlerinden kırmızı mercimek yüzde 22,5 oranında azalarak 310 bin ton, yumru bitkilerden patates ise yüzde 5,2 oranında azalarak yaklaşık 4,6 milyon ton olarak gerçekleşti. Sebze ürünleri üretim miktarı 2018 yılında bir önceki yıla göre yüzde 2,6 azalarak yaklaşık 30 milyon ton oldu.
Sebze ürünleri alt gruplarında üretim miktarları incelendiğinde, 2018’de yumru ve kök sebzeler yüzde 2,5, meyvesi için yetiştirilen sebzeler yüzde 2,9 azaldı. Sebzeler grubunun önemli ürünlerinden, kuru soğanda yüzde 9,4, domateste yüzde 4,7, kavunda yüzde 3,3 oranında azalış oldu. Meyveler içinde, kayısı yüzde 23,9, üzüm yüzde 6,4 oranında azaldı. Turunçgillerden mandalina yüzde 6,4 oranında arttı, sert kabuklu meyvelerden fındık ise yüzde 23,7 oranında azaldı (Tablo 2).
Bitkisel üretimde 2018’de yaşanan gerileme, hayvansal ürün üretiminde de sürdü. Hayvancılık uzun zamandır gerileme halinde. Mera alanları daralıyor, ot verimi düşük. Endüstriyel yeme dayalı hayvancılık politikası sonucu, yem hammaddesinin yüzde 50’den fazlası ithalata bağımlı, artan dövizle birlikte yem fiyatları da tırmanıyor ve hayvancılığı geriletiyor. Yem sanayinin en önemli girdilerini oluşturan arpanın yeterlilik derecesi yüzde 89, mısırın ise yüzde 88. Bu da yemde ithalata başvurulmasını gerektiriyor.
2019’de kırmızı et üretimi 1 milyon 119 bine ancak yaklaştı ve 2017’ye göre yüzde 0,7 azaldı. 2018’de 5 bin tona yakın daha az et üretildi (Şekil 5). Sığır eti üretimi 2017’ye göre yüzde 1,66 artarak 987 bin 482 tondan 1 milyon 3 bin 859 tona çıktı. Aynı dönemde koyun eti üretimi yüzde 0,8 artarken keçi eti üretiminde sert bir düşüş yaşandı. Toplam kırmızı et üretimi içinde sadece kesimhanelerde üretilen kırmızı et miktarı 185 bin 324 ton olarak gerçekleşti.
Şekil 5. 2017 ve 2018 yıllarında kırmızı et üretimi (TÜİK Veritabanından yararlanılarak geliştirilmiştir).
Son 3 yılın verileri, kırmızı et üretiminde bir düşüş trendi gösteriyor. 2016’da 1 milyon 176 bin ton kırmızı et üreten Türkiye, 2017’de 1 milyon 126 bin ton kırmızı et üretmiş. 2018’de ise 1 milyon 118 bin tonluk bir kırmızı et üretimi söz konusu (Şekil 5). TÜİK’in kırmızı et üretim istatistikleri hesaplamalarına ithal edilen besilik ve kasaplık hayvanlardan elde edilen etler de ekleniyor. 2018’de ithal edilen söz konusu canlı hayvanlardan yaklaşık 400-450 bin ton kırmızı et elde edildiğini de hesaba katarsak aslında 2018’deki kırmızı et üretiminin kabaca 700-750 bin ton seviyelerinde olduğu sonucu ortaya çıkıyor.
Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan alınan ve işlenen TÜİK verilerinin güncelliği ve güvenilirliği de sektörde ayrı bir tartışma konusu. Zira yıllar itibariyle kırmızı et üretiminde bir düşüş trendine karşın aynı kurumun resmi verileri hayvan varlığında ciddi bir artış olduğuna işaret ediyor. Örneğin 2016 yılında toplam büyükbaş hayvan varlığı 14,1 milyon iken 2018’de 17,2 milyon gösteriliyor. Yani artış yüzde 22 seviyesinde. Küçükbaş tarafında da tablo farklı değil. 2016’daki toplam küçükbaş hayvan varlığı 41,3 milyon iken 2018’de bu sayı 46,1 milyon. Artış yüzde 11,6. Hem büyükbaş hem de küçükbaş hayvan varlığı artarken, 2016’dan bu yana kırmızı et üretimi artmak bir yana yüzde 5 oranında nasıl azalıyor, anlaşılmaz bir nokta.
2018, tavuk eti üretimi ve yumurta üretimi açısından da pek başarılı geçmedi. Yumurta üretimi ancak yüzde 2 dolayında, et üretimi de yüzde 1 dolayında artabildi (Tablo 3).
Son dönemde fiyatı en çok artan ürünlerden birisi de tavuk eti oldu. Fiyat artışının temel nedeni yem başta olmak üzere girdi fiyatlarındaki artış. İkincisi kırmızı et yerine tavuk etine olan talebin yükselmesi ile fiyatlar arttı. Marketlerin denetlenmeyen, önlenemeyen yüksek kâr hırsı da fiyat artışında etkili oldu.
Tavuk yetiştiriciliğinde maliyetin yaklaşık yüzde 70’ini oluşturan yem hammaddeleri ithal ediliyor. Özellikle tavuk yeminde en çok kullanılan girdilerden biri olan soyada yüzde 96 dışa bağımlı olan Türkiye, fiyat artışını kontrol edemiyor. Döviz arttıkça soyanın, yemin fiyatı artıyor.
Son yıllarda fiyatı düşürme bahanesiyle yapılan yoğun ithalata rağmen, kırmızı et fiyatının beyaz ete göre yüksek olması nedeniyle, tüketici beyaz ete yöneldi. Bir ara görülen şarbon hastalığı sonucu, kırmızı et tüketimi azalırken tüketici bunun yerine tavuk eti tercihine yöneldi. Oluşan yüksek talep nedeniyle fiyatlar da yükseldi. Tarımsal üretimde değer kaybı, girdi maliyetleri yükselirken üretilen ürün fiyatlarının aynı oranda artmaması nedeniyle çiftçilerin gelirinde ciddi düşüş oldu. Bu nedenle üretimi azaltanlar veya tamamen çekilenler oldu. Özellikle 2018’in ikinci yarısında yaşanan döviz krizi, birçok sektörde olduğu gibi tarımı da çok olumsuz etkiledi. Çiftçi gübre, mazot, ilaç gibi günlük veya dönemsel ihtiyacı olan girdileri bile almakta zorlanırken traktör alması da zorlaştı. Bu nedenle traktör alımları düştü ve üretimde buna bağlı olarak azaldı. İç piyasada umduğunu bulamayan traktör satıcıları ihracata yoğunlaştı ve kayıplarının bir kısmını ihracatla telafi etmeye çalıştı.
Kısa adı TARMAKBIR olan Türkiye Tarım Alet ve Makineleri İmalatçıları Birliği, traktör üretim ve satışlarında sert düşüşler olduğunu bildirdi. Satılan traktör sayısı 1 yılda yüzde 54 gerilemiş durumda. Bu, çiftçinin çöküşünün resmidir ve “Tanzim çadırları” şovunun arka yüzündeki gerçektir.
Başak, Erkunt, Tümosan, CNH, Hattat (Hattat, Valtra) firmalarının traktör üretimleri, 2019 Ocak ayında, 2018 Ocak’a göre yüzde 74 gerileyerek 1445 adete düştü.
Traktör üretiminde 2017’de 72 bin 32 adetlik üretimle rekor kırılırken 2018’de üretim üçte bir oranında yüzde 33.8 düşüşle 47 bin 689 adete geriledi. TARMAKBİR’in verilerine göre yıllık bazda traktör üretim sayısı 24 bin 343adet azaldı. 2017’de toplamda 72 bin 32 adet traktör üretilirken 2018’de üretim 47 bin 689 adede geriledi (Sönmez b 2019).
Yıllık üretim verileri, değerlendirildiğinde 2018 yılı traktör üretimi son 6 yılın en düşük seviyesinde gerçekleşti. Türkiye, 2013 yılında 56 bin 407 traktör üretirken 2014’te 64 bin 342 adet, 2015’te 66 bin 615 adet, 2016 yılında 66 bin 915 adet traktör üretti. Türkiye, 2017’de 72 bin 32 adet üretimle tarihi rekora ulaşıldı. 2017’deki rekorun ardından son 6 yılın en düşük üretimi 2018’de 47 bin 689 adet ile gerçekleşti. TARMAKBİR’in verilerine göre, sadece üretimde değil aynı zamanda trafiğe tescil edilen traktör sayısında da büyük düşüş var. Aralık ayında 3.886 adet traktörün trafik tescili yapılmıştır. Tescil edilen traktör sayısı, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 54 azalmıştır. 2018 yılında 48.356 adet trafik tescil işlemi gerçekleşmiş olup, bir önceki yıla göre yüzde 33,6’lık bir azalma olmuştur.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, tarım üreticileri, yani çiftçiler, 2018’de ürün fiyatlarını ancak yüzde 16 artırabildi. Buna karşılık sanayi ürünlerinin fiyatı yüzde 34’e yakın arttı. Bu da tarım ile sanayi fiyatları arasındaki makasın 18 puana çıkması demek. Oysa tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatları, 2003’ten 2017’ye kadar birbirine çok yakın seyretmişti. 2018, bir kırılma yılı oldu. Bu kadar sert ayrışma ile birlikte korkulan, tarım üreticisinin küskünlüğünün daha da artması ve çiftçinin üretimden iyice uzaklaşması (Şekil 6).
Şekil 6. AKP Devrinde Tarım-Sanayi Fiyatları (TÜİK Veritabanından yararlanılarak geliştirilmiştir).
2018 boyunca tarım-sanayi fiyat makası, Eylül ve Ekim aylarında 30 puana kadar çıktı, sonra arz eksikliği ile tarım fiyatları artınca göreli olarak daraldı. 2019 Ocak ayında özellikle iklimsel sorunlardan yaşanan arz eksikliği, yaş sebze ve meyve fiyatlarında Ocak’ta, sadece 1 ayda yüzde 29’luk artışa yol açtı. Bunun etkisiyle tarımsal üretici fiyat endeki yükseldi ve Ocak ayı itibariyle tarım ürünleri üretici fiyat endeksi (Tarım – ÜFE), 2019 yılı Ocak ayında bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 8,3, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 23,5 artış gösterdi. Böylece aynı dönemde yüzde 33 artış gösteren sanayi fiyatları ile makas 10 puan farka indi. Ancak bu, hala tarımı demotive eden önemli bir makas farkıdır (Şekil 7).
Şekil 7. 2018-2019 Tarım ve Sanayi Fiyat Makası (TÜİK Veritabanından yararlanılarak geliştirilmiştir).
SONUÇ YERİNE
Köy mekanının şekillenmesine doğrudan etki eden, köye ait başat üretim faaliyeti olan tarım ve hayvancılık, Türkiye özelinde düzenli bir gerileme içindedir. Batı kapitalizmi ile entegre olmaya başlanan 19. yüzyıl ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ihracata dönük üretimin özendirildiği tarım ve hayvancılık, kısa sürede köye giren geliri, özellikle Ege, Akdeniz, hatta Karadeniz gibi denize, limanlara yakın yörelerde canlandırdı ve köye giren gelirdeki artışlar, köydeki konut başta olmak üzere köy mekanında değişimi, yer yer kaliteyi getirdi. Bundan uzak kalan, geçimlik tarım ile uğraşan Doğu, Güneydoğu Anadolu ve karasal Anadolu’da ise köyler, kapalı yapılar olarak kalmaya devam etti.
1929 krizi ile tarım ürünlerine talebin azalması, ticari tarıma açılmış köylerde ciddi travmalara yol açarken 1930’lar boyunca uygulanan devletçi sanayileşme politikaları, tarımı kısmen ayağa kaldırdı. İkinci Dünya Savaşı ertesi benimsenen Batı kapitalizmi ile entegrasyon ve uluslararası iş bölümünde tarımı içeren rol ile birlikte tarım, bir kısmı dışarıdan alınan krediler, ulaşım, sulama gibi altyapı yatırımları ile pazar için üretimde daha çok yol aldı ve köy, kent ile daha çok ilişki içinde belli değişimler geçirdi. Bu değişim, geleneksel köy mimarisinde şehirdekinin taklidi mimariye doğru evrilme gibi bir eğilimi içerirken “koruma”, ciddi ölçüde ihmal edildi. Bu durumda, geleneksel, tarihi köy mekanı ile ilgili bellek için de geride çok az şey kaldı.
Başta İstanbul olmak üzere kentin çağrısı ile hızlanan göçe, yurt dışı göçler katıldıkça köyün morfolojisi yeni değişimlere uğradı. Köye elektrik, içme suyu, asfalt yol, posta, eğitim gibi altyapının daha çok akması, radyonun ardından televizyon ve nihayet internetin erişimi, kır-kent farkında önemli açıkları daraltırken, özgünlükleri, kimlikleri de öğüttü.
Köylü, tarımcı bir seçmen olarak iç pazara dönük birikim dönemlerinde devletten aldığı desteklerle köyde tutunmaya devam ederken, 1980 sonrasının neoliberal politikalarıyla destekler hızla azalınca, köyde tutunmak da zorlaştı. İç göçler arttıkça, tarımda erozyon da arttı. Tarımın milli gelirdeki payı da hızla aşındı yüzde 6’nın altına kadar geriledi.
Tarım ve hayvancılığa ek olarak ülkede özellikle sahil ve sahile yakın kesimlerde, Kapadokya, Karadeniz gibi bölgelerde turizm sektörünün gelişmesi, köyü bir başka ekonomik faaliyet tarafından da şekillendirmeye başladı (Resim 7). Her tür turizm çeşidinin denendiği kırsal kesimin konutu, mekanı, turizm tarafından bazen yapıcı, çoğu zaman da yıkıcı bir biçimde etkilendi.
Resim 7. Ayder Yaylası’nda turizm etkisiyle artan yapılaşma, Çamlıhemşin, Rize (K. Güler).
2020’li yıllara yaklaşırken Türkiye kırı ve köyü, tarım ve hayvancılığın mutlak anlamda gerilemesi ile biraz daha tenhalaşmaya maruz kalıyor ve bu, mekana terk edilmişlik, ihmal ve erozyon biçimlerinde yansıyor. Köyde kalma ya da köye dönüş ise, kenti köye taşımak biçiminde gerçekleşiyor. Kentin binalarının, altyapısının, hayat biçiminin, değerlerinin kırsala taşındığı süreçler daha çok dikkat çekiyor. Gelecekte küçük üreticilik yerine kapitalist çiftliklerin tarım ve hayvancılığa hakim olması halinde, bunun köy mekanının “kentleşmesi” sürecini daha da hızlandıracağı söylenebilir.
KAYNAKLAR
Boratav, K. (1974) “100 Soruda Türkiye’de Devletçilik”, Gerçek Yayınevi, İstanbul.
Eres, Z. (2016) “Türkiye’de Geleneksel Köy Mimarisinin Koruma Olasılıkları”, Ege Mimarlık Dergisi, 92, 8-13.
Eroğul, C. (1970) “Demokrat Parti”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara.
Keyder, Ç. (1982) “Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye:1923-1929”, Yurt Yayınları, Ankara.
Oral, N. (2019) “Türkiye’de Tarım Nasıl Çökertildi?”, Redaksiyon Yayınları, Ankara.
Oyan, O. (2018) “Tarımda Tahribat Büyüyor”, Sol Haber Portalı. Erişim Adresi: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/oguz-oyan/tarimda-tahribat-buyuyor-237550, Erişim Tarihi: 01/08/2019.
Pamuk, Ş. (1984) “Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Kapitalizmi: 1820-1913”, Yurt Yayınları, Ankara.
Pamuk, Ş. (1993) “19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti”, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayını, Ankara.
Sönmez, M. (1982) “Türkiye Ekonomisinde Bunalım İkinci Kitap”, Belge Yayınları, İstanbul.
Sönmez, M. (2013) “Yerel odaklı Gelişim için, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Güneydoğu Anadolu Bölgesi Belediyeler Birliği Yayını, Gün Matbaacılık, İstanbul.
Sönmez, M. (2019) “Tarımdaki Çöküntü Sanayiyi de sarsıyor”, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Bülten. 248, 1-19.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası. (2019) 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu.
Tarih Vakfı. (1993) “Tariş Tarihi”, Tarih Vakfı Yayını, İzmir.
Tarih Vakfı. (1993) “Konferans: Türkiye’de İç Göç”, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul.
Tökin. İ (1934) “Türkiye Köy İktisadiyatı”, Kadro Mecmuası Neşriyatı, Ankara.
Makalenin pdf hali:
http://www.mimarist.org/wp-content/uploads/yayinlar/mimarist/pdf/66.pdf