Tüketim Mabetleri: AVM Sayısı 226’yı Buldu
Mustafa SönmezKısaca AVM olarak adlandırılan alışveriş merkezleri, başta İstanbul olmak üzere, tüm büyük kentlerin kent…
İktidarların genel ya da yerel seçim tarihlerini özellikle ekonomide yüksek büyüme oranı yakalanan ve hem tüketici hem üretici beklentilerinin yüksek seyrettiği konjonktürlerde tercih ettikleri, mümkünse böyle bir takvimi seçtikleri hep bilinir.
Türkiye’yi 15 yıldır yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı döneminde yapılan seçimler de ekonominin genellikle yüksek büyüme performansı gösterdiği yıllarla çakıştı ya da çakıştırıldı. Büyüme seçmen memnuniyeti yaratarak sandığı AKP lehine etkiledi.
2017 yılı büyümesinin yüzde 7,4 gibi yüksek bir orana ulaşmasıyla yaygın kanı normalde 3 Kasım 2019’da yapılması gereken cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinin 2018’e çekileceği yönündeydi. Hatta seçim günü için askeri darbe girişiminin tarihi 15 Temmuz’u verenler de vardı.
Örneğin Hazine Müsteşarlığı da yapmış olan ekonomi yazarı Mahfi Eğilmez 23 Ocak’taki yazısında yüksek büyümeye ve ocak ayı tüketici ve üretici beklentilerine ilişkin iyimser verilere işaret ederek yüksek büyüme yaşanan yıllarda yapılan seçimlerin AKP’ye hep yüksek oy getirdiğini, bunu bilen AKP’nin seçimi erkene çekebileceğini, hatta pazar gününe denk gelen 15 Temmuz’un seçilebileceğini kaydetmişti.
Yüksek büyüme verisi ve ocak ayı için beklenti anketlerinin AKP lehine geliştiği bir gerçek. Ama izleyen aylarda beklenti anketleri aynı performansı sürdüremedi, yerini hızla inişe bıraktı. Tüketiciler ve çeşitli sektör temsilcileri anketlere verdikleri yanıtlarda enflasyonda, işsizlikte iyileşme beklemediklerini; yakın zamanda yatırım, harcama düşünmediklerini; cari açığın azalmayacağını; gelir durumlarının iyileşmeyeceğini belirttiler. Beklentiler hızla bozuldu.
Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s de Türkiye’nin büyüme oranını pek önemsemedi ve artan kırılganlıkları gerekçe göstererek yatırım notunu indirdi.
Bunun etkisi ve dış dünyada havanın Türkiye gibi ülkelerin aleyhine dönmesiyle döviz fiyatı hızla tırmanmaya başladı. Öyle ki, büyüme oranının açıklandığı 31 Mart tarihinde kimse büyümeden büyülenmemişti. Doların fiyatı 4 TL, avronun fiyatı 5 TL basamağına yerleşti, benzinin fiyatı 6 TL’yi buldu. Doların fiyatı TL karşısında ilk dört ayda yüzde 7,5 dolayında arttı. İçeride net döviz açıkları 211 milyar doları bulan firmalar için her döviz fiyatı artışı maliyet demekti. Bankalarda TL tasarrufu olanlar hızla dövize yönelmeye başladı. Toplam tasarruflar içinde dövizin payı yüzde 45’i buldu.
Sonuçta, 2017’de gerçekten yüksek büyüme gerçekleşti. Ama bunun iktidarın aşırı teşvikiyle, bir bakıma dopinglerle gerçekleştiği ve sonuçta her dopingli sporcunun başına geldiği gibi ekonomide anomalilere yol açtığı saklanamaz hale geldi.
Tüketici enflasyonu tüm iddialara karşın yüzde 10’un üstünde seyretti. Artan döviz fiyatlarının ithal girdilere yansımasının etkisiyle üretici fiyatları yıllık yüzde 15 artış gösterdi. Bu, kaçınılmaz olarak tüketici fiyatlarına da yansıdı. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in bu konudaki yorumu şöyle oldu: “Lirada bu kadar hızlı bir değer kaybı öngörmüyorduk. Enflasyonun tek haneye inmesini bu durum öteledi.”
Katılaşan enflasyona karşılık ücretli gelirleri ise yeterince artmadı. TÜİK verileri, gelire göre gayri safi hasılanın iş gücü ödemeleri aleyhine geliştiğini gösterdi. İş gücüne milli gelir pastasından düşen pay 2017’de 2 puan geriledi. Yani pasta büyüdü ama bölüşüm sayıları 19 milyonu bulan işçilerin aleyhine sonuç verdi.
Büyüme kredi musluklarının açılması ve devletin buna garantör olmasıyla hızlansa da banka sistemi şimdi bu kredilerin geri dönüşlerinden endişeli ve yeni kredi açmakta pek hevesli değil. Hızlanan döviz artışları TL’nin cazip kılınmasını, bunun için de TL faizlerinin artırılmasını gerektiriyor. Ancak Merkez Bankası ne zaman bu önlemi almaya kalksa Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sert itirazı ile karşılaşıyor. Çünkü Erdoğan faizlerin artırılması bir yana indirilmesini istiyor. Başta konut üreticileri olmak üzere iç piyasaya dönük iş yapan firmaların isteğini önemseyen Erdoğan, iç pazara odaklanarak büyümenin sürdürülmesine öncelik veriyor.
Ne var ki enflasyon karşısında faizler yeterince artırılmayınca hem iç hem dış para sahipleri dövize daha çok yöneliyor, bu da fiyatları daha da tırmandırıyor ve artan döviz fiyatları tüm dengeleri bozuyor. 25 Nisan’da Merkez Bankası’nın politika faizini 75 baz puan artırmasıbile dövizdeki yükselişi durduramadı.
Bu arada ABD’de artan faizler ve büyüme, küresel fonların Türkiye’nin de dâhil olduğu çevre ülkelerden çekilmesine yol açıyor. Türkiye’nin Suriye meselelerinden dolayı artan risk primi de sıcak paranın uzaklaşmasında etkili. Suriye’de ABD ile Rusya arasında gelip giden diploması karmaşası AKP’ye güveni azaltırken 2016 temmuz ayından beri uygulanan Olağanüstü Hal (OHAL) yönetimi iş dünyasından da yoğun şikâyet alıyor. Özellikle TÜSİAD, OHAL’in yabancı yatırımcıları uzaklaştırdığı endişesini sık sık gündeme getiriyor ve bu, AKP ile sürtüşmelere yol açıyor.
Özetle dopingli büyüme beklendiği gibi beklentilerde yükselişe neden olmadı. Beklentilerdeki bozulma nisan anketlerinde daha da derinleşti. Artan hoşnutsuzluklar ise seçmenin muhalefet partilerine yönelişini ve muhalif oylarda artışı işaret etmeye başladı. Merkez sağda konumlanmak isteyen İyi Parti’nin yükselişi AKP’yi ve MHP’yi daha çok endişelendirmiş olacak ki MHP lideri Devlet Bahçeli 17 Nisan’da erken seçim açıklamasını yaptı: “Türkiye’nin 3 Kasım 2019’a kadar dayanması kolay değildir. 3 Kasım 2019’a kadar ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır.” Dayanılmaz hale gelen şartlar ekonomiyle de ilgiliydi.
Muhalefetin ortak adayı olması beklenen ama olamayan eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gülde Türkiye ile ilgili tespitlerinde ekonominin iyi gitmediğine işaret etti: “Türkiye iç ve dış şartlar içerisinde büyük zorluklarla karşı karşıya. Barışa ve huzura ihtiyaç varken daha çok kutuplaşma ve kaygı ortamı var. Tarihimizin en büyük bekâ sorunları ile karşı karşıyayız. Ekonomik sorunların da ciddi boyutlara ulaştığını görüyoruz.”
Sonuçta ekonomiyi yönetemeyen iktidar 16 aylık yetkisi olmasına rağmen seçimleri öne çekti. Başbakan Yardımcısı Şimşek bu karar sonrası şöyle konuştu: “Belirsizlik azaldı. Yatırımcıların kafasındaki soru işareti kalktı. Seçim zamanında yapılsaydı daha uzun süreli belirsizlik olacaktı.”
Ancak Şimşek’in sözleri aslında yüksek büyümeye rağmen belirsizliklerin azalmadığının, yatırımcıların kafasının sorularla dolu olduğunun, ekonomiyi yönetmenin güçleştiğinin, erken –daha doğrusu baskın– seçime bu nedenle de ihtiyaç duyulduğunun teyidi gibi.