Varlığım, yandaş varlığına…(ozguruz.org, 12 Şubat 2017)
O dönemi yaşayanlar anımsayacaktır; 12 Eylül 1980 darbesinin öncelikli icraatlarından biri, darbenin arkasındaki büyük sermaye gruplarının lideri…
Türkiye kapitalizmi ve ona kumanda eden AKP rejimi için deniz hızla tükeniyor. Her tükenişle birlikte, dibi tarama, tırmalama, sağa sola savrulma, saldırma, yıkma, yağmalama, hile -hurda da hızlanır. Yine her tükenişle birlikte . ittifaklar çatlar, iç kanamalar artar. AKP rejiminde bunların hepsi yaşanmaya başlandı.
Önce tükenişi hazırlayan etmenleri ve sonuçlarını sergileyelim. Filmi şöyle 2001’e kadar geri saralım.Çünkü birçok şey oradan başladı. Türkiye kapitalizmi, belki de tarihinin en derin krizini 2001 yılında yaşadı ve o krizi aşmak üzere uygulanan yine tarihinin en acı reçetesinin sonuçları, AKP’ye hem ekonomik hem siyasi iki önemli ihsan bahşetti. Ekonomide Derviş-IMF operasyonları, iktidara gelen AKP’ye her türlü çapaktan, kamburdan ayıklanmış bir kamu maliyesi ve bankacılık sistemi teslim etti. Politikada ise bu operasyonları gerçekleştiren merkez sağ ve merkez solun bir kısmı 2002 seçim barajının altında kalarak alternatif olmaktan çıktılar, meydan neredeyse tamamen AKP’ye kaldı…
2001 krizinin mirası olan bu ekonomik ve politik ihsanlara bir de dış konjonktür desteği geldi. 2008 küresel krizine kadar likit dünya parası bolluğu, rektifiye edilmiş ekonomiye sürekli dış kaynak yağdırdı. Bülent Arınç’ın deyimiyle, güzel Allah’ım yağdırdıkça yağdırdı ve hem özelleştirilen KİT’lere, satışa çıkarılan bankalara gelen doğrudan yabancı sermaye hem de borsaya,devlet kağıtlarına gelen sıcak para ile özel sektörün kullandığı dış krediler, Türkiye kapitalizmine yılda ortalama yüzde 5’i bulacak büyüme için rüzgâr oldu. Bu performans, AKP’ye 2002’nin arkasından 2007 seçimlerini de kazandırdı. O hızla, Ergenekon, Balyoz vs. ile askeri vesayete de giriştiler her tür muhalefete de. Bir tek Kürt muhalefetine diş geçiremediler. Yasama, yürütme, yargı…her şeyi tekelleştiren ne keyfiyet varsa hepsine el attılar.
BÜYÜK BECERİKSİZLİK
Gelin görün ki, 10 yılda, neredeyse yıllık 50 milyar doları, toplamda 500 milyar doları bulan dış kaynak girişinden, ‘döviz kazanan bir ekonomik yapı’ yaratamadılar. Tersine, gelen dış kaynağı içeride harcayıp, üretim dinamiklerini köreltmeye mal olan bir hovardalık sergilediler . Kaynak gelsin diye, dövizi ucuz tuttukça, hem ithalatı kamçıladılar, hem borç iştahını…Buna karşılık ihracatı körelttiler. Sonuç mu? Patlayan ithalat, geride kalan, hatta hızla ithalata bağımlı hale gelen ihracat ve devasa dış ticaret , giderek tırmanan döviz açığı, yani cari açık…Hem de öyle bir cari açık ki, dünyanın kalbur üstü ekonomileri içinde rekortmen!…2011’de 77 milyar doları, milli gelirin yüzde 10’unu bularak parmak ısırtan bir açık…2012’de büyümesi yüzde 2’ye gerilemesine rağmen döviz gideri azalmayan ve yine de 50 milyar dolar cari açık vermekten kurtulamayan marazi bir ekonomi…
İhracatı, döviz kazandırmayı özendiremeyen bir ekonomi, mecburen, içe döner. Nitekim öyle oldu. Ailelere görülmedik konut kredileri,otomobil kredileri,ihtiyaç kredileri açıldı. Ceplere kredi kartları tıkıştırıldı. Sonunda aileler, takatlerinin çok üstünde borç yükü altına girdiler.
Bir tükeniş göstergesi olarak borç kamburlarını verelim. Türkiye’nin dış borç yükü 350 milyar dolar. Bunun üçte ikisi özel sektörün, üçte biri devletin. Dış borçların üçte biri kısa vadeli. Büyük risk ! Sadece bu yıl geri ödenmesi gereken dış borç 150 milyar dolar. İkinci tükeniş göstergesi ailelerin borç yükü. 2013 Ocak ayı itibariyle hanelerin borçları (8 bin TL’nin üstündeki borçlar) 220 milyar TL’yi aşmış durumda. Geri ödemede güçlükler başladı. Bankaların Ocak 2013 sonu itibariyle batık kredi tutarı 25 milyar TL ve bunların yüzde 36’sı tüketici batağı…
BETONLAŞMA, KÜRT KAFA-KOLU…
Onca dış kaynaktan “döviz kazanan bir ekonomi” yaratılamadı. Tersine, rekabet gücü adım adım yok edildi, daha kötüsü bir morfinman gibi her yıl daha fazla dış kaynak girişine muhtaç duruma düşüldü. Bunun için de her tür tavizi ,faizi vermeye mahkum, kemik erimesinden malul bir ekonomi kaldı geriye. Bu durumda çöküşü geciktirecek iki serüvene sarıldılar. Bunlardan birincisi, “İnşaat ya resulallah !…” diye dağa taşa bina dikmek, betona sarılmak. Diğeri ise Irak Kürdistanı petrolüne sulanmak, kıymeti kendinden menkul bir Türk-Kürt Federasyonu hayalini pazarlayarak hem PKK belasını baştan savmak hem de kitleleri fetih ruhuyla oyalamak…
Tükenişin hızlanmasıyla birlikte can havliyle sarıldıkları bu iki serüvenden inşaatı bu yazıda bitireyim, “aç tavuğun petrol rüyası”na sonraki yazıda girerim.
Başta İstanbul olmak üzere büyük kentler birer şantiyeye çevrildi. Konut, ofis, alışveriş merkezleri, kentsel altyapı yatırımları ile “inşaat odaklı bir birikim” formatı hakim kılındı. İnşaat sektörü 2009’daki yüzde 19 küçülmenin ardından izleyen iki yılda ortalama yüzde 15 büyüdü ama 2012’de büyümesi yüzde 1’e çakıldı. Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları, büyük müteahhitlik şirketleri biçiminde örgütlenen ve RTE’ye doğrudan bağlı TOKİ tarafından yönlendirilen inşaatın 2012’de hız kesmesinde, iç talebin iştahının kesilmesi önemli bir etken oldu. Konutu metalaştıran, hanehalklarını borçlandırarak konut sahibi olmaya özendirme üstüne kurulu, “konuta dayalı birikim rejimi” kısa sürede tıknefes hale geldi. İstanbul arsa rantından nemalanmanın peşinde olanların da talebi, stoku eritmeye yetmiyor. Betona sarılarak ayakta kalma saldırganlığında, olan, başta İstanbul olmak üzere kentlere, kentlilere oluyor,…Tarihi miras,doğal varlıklar hunharca yok ediliyor…