Mimarlar Odası’nın Kent, Kültür, Demokrasi forumları serisinin bir yenisini gerçekleştirmek için hafta sonu İzmir’deydik. RTE ve şurekâsı da önceki gün İzmir’deydi ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayının Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım olduğunu açıkladı. Karşıyaka’da topladığı AKP’lilere seslenirken her seçimde tokatını yediği İzmirlilere yine aba altından sopa gösterme adedini terk etmedi, bekleneceği gibi. İzmir’in altyapı, donanım eksikliğinden söz etti, bunu CHP’nin beceriksizliğine verdi ve Antalya’nın da adını zikrederek, AKP’yi seçmezseniz kamu yatırımı yok, tehdidinde bulundu.

 HAKSIZLIK…

İzmir, merkezi bütçeye ödediği vergiye göre, kamu harcamasından daha az pay alır, bu yönden mağdurdur. Bunu, merkezi bütçe verilerinden görebilirsiniz. RTE, İzmir’i cezalandırıyor. Sonra da İzmirlilere, bunu size CHP belediyesi yapıyor, bizi seçerseniz, yatırım gelir, yoksa gelmez gibi kaba, ancak siciline uygun bir kabadayılıktan da geri durmuyor. Bunu henüz ele geçiremediği, Antalya’da, Mersin’de, Eskişehir’de ve öteki büyük illerde de yapıyor.

İzmir dahil, büyük kentlerin altyapı, donanım eksiklikleri olduğu açık. Bunun nedeni ise o belediyelerde CHP’lilerin olması değil, bunun nedeni, belediyelerin, işlevlerini yerine getirecek yeterli kaynağa sahip olmamaları. Belediyelerin, merkezi hükümetin aktaracağı kaynaklara mahkum olmaları, yerelde de kaynak üretememeleri, kaynaklarının çalışan maaşlarına, mal, hizmet alımlarına, yatırımlara yeterli olmaması.

Kalkınma Bakanlığı verileri gösteriyor ki, toplam merkezi yereli, SGK’sı. döner sermayesi diğer kamu kuruluşları ile devlet, 2012’de milli gelirin yüzde 38,5’u tutarında 553 milyar TL’lik harcama yapmış. Ama bu harcamaların sadece yüzde 9,8’i yerel yönetimlerce yapılmış.  Kabaca yüzde 10 diyelim. Buna karşılık merkezi bütçe, devlet harcamalarının yüzde 55’ini yapıyor, yine Merkez’e bağlı SGK da yüzde 20’sine yakınını yapıyor. Öteki yüzde 15 harcamayı da yine Merkez’e bağlı döner sermaye, işsizlik sigortası ve öteki fonlar yapmış bulunuyor.

GÜDÜK YEREL…

Düşünebiliyor musunuz; belediye hizmeti alan 65 milyon nüfus var. Yani nüfusun yüzde 85’i. Kurum olarak 30 büyükşehir ve 3 bine yakın belediye, 51 il özel idaresi, 35 bine yakın köy bulunuyor. Bütün bunlara “mahalli idare” deniliyor ve bu kuruluşların yaptıkları harcama, toplam devlet harcamasının yüzde 10’unu bulmuyor bile. 3 milyona yakın kamu çalışanı var ama  mahalli idarelerde çalışan personel sayısı 258 bin. Yani toplamın yüzde 8,5’u… Esas büyük çarpıklık, absürdlük burada. Yerel seçim için kıyametler koparılacak ama sonuçta uğruna kavga verilen yapı, yüzde 10’dan ibaret bir “iktidar”…Bu yüzde 10 kaynak gücü ile belediyeler, bırakın yatırım yapmayı, personel harcamalarını, temel mal ve hizmetleri tedarik etmeyi bile başaramıyorlar. Bundan haberli habersiz halk, belediyelerden, yönetimlerden şikayetçi oluyor ama RTE rejiminde iyice artan merkezileşmeyi, otoriterleşmeyi görmüyor bile. Dış kaynak girişi ile çarpık-çurpuk büyüyen ekonomiden, iç tüketimden alınan dolaylı vergilerle, özelleştirme gelirleri ile harcama gücü iyice artan AKP rejimi, bu kaynağı yerel yönetimlere, belediyelere kullandıracak düzenlemeler yapmak yerine, onları kendisine bağımlı kılıyor ve kent hizmetini bile tehdit unsuru olarak kullanıyor.

ssz

Kaynak:Kalkınma Bakanlığı veri tabanı

Öncelikle düzeltilmesi gereken çarpıklık budur. Merkezden yerele daha çok vergi geliri aktarılmalıdır, ya da bazı vergiler  yerele bırakılmalı, özellikle imar yetkilerine Ankara karışmamalıdır.

 ÖZERK BÖLGELER…

Bu talebi tamamlayacak ve güdük demokrasiyi biraz olsun geliştirebilmek için, yerelde demokrasiyi inşa için, daha radikal bir adım atılmalıdır: O da Türkiye’nin merkezden yönetilen otoriter yapısını “üniter devlet” içinde kalarak yerele doğru bükmektir. Bu, 81 ilimizi 20 dolayında bölgede kümelemek ve her bölgeye daha çok yetki, daha çok kaynak tahsis etmektir. Anayasal değişikliğe giderek merkezin yetkisinde kalacak kamu hizmetlerini belirlemek; bunun dışında kalanların, yeni bölgesel yönetimlerce icrasına karar vermek…Buna bağlı olarak bölgesel parlamentoların oluşturulması, verilen yetkiler çerçevesinde bu parlamentoların yasama yapabilmesi, valilerin seçimle işbaşına gelmesi…Bu yolla daha da güçlenecek belediyeler ve bölge yönetimlerine halkın katılımı, icranın denetimi biraz daha olanaklı hale gelecek, yoksul bölgeler işgücü ve sermaye göçünün önünü keserek yerelden gelişmenin yolu yordamı üstüne inisiyatif geliştirebilecek, kentlerine, bölgelerinin değerlerine, kamusal varlıklarına  sahip çıkabilecek, Ankara’nın buyurganlığını kırabileceklerdir.

ETNİK DEĞİL…

Bu öneri gündeme geldiğinde, bunu hemen Kürt sorunu ile ilişkilendirip, “ayrılıkçılık, bölücülük” endişesiyle kategorik olarak tartışmaktan kaçınanlara söyleyeceğimiz şudur; Türkiye’de yeni bir bölgesel yapılanmaya giderken, bölgelerin tanımının etnik bir kritere göre yapılması bahis konusu olamaz. Türkiye’deki Kürt realitesi, Irak, İran ve Suriye’den farklıdır. Türkiye’de Kürtler, iç göçlerle tüm Türkiye’ye yayılmış ve yarısı Batı illerine yerleşmiş durumdalar. İstense de etnik kriterle bir bölgeleşme söz konusu olamaz. Her tür etnik referanstan uzak, ekonomik, sosyal, kültürel kriterlerle gerçekleştirilmiş, yetkileri genişletilmiş bölgesel yönetimlerle yerelde demokrasiyi yeşertmek ve güçlendirmek, hem bölgesel ve hane bazındaki gelir ve fırsat eşitsizliklerini azaltacaktır, hem de yerelde çözümü daha mümkün etnik, kültürel, sosyal sorunları aşmaya imkan sağlayacaktır.Çünkü ancak bu yolla halkın kendi kaderine hükmetme, söz söyleme, kararlara katılıp sonuçlarını denetleme imkanı ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, yerel seçimleri ve demokrasiyi tartışırken önümüze, üniter yapı içinde kalarak merkezden yerele yetki ve kaynak kaydırma hedefini, ama daha esaslı bir reform olarak da merkezi-otoriter rejimden demokratik özerk bölgesel yönetime geçme hedefini koymalı ve önyargısız, bilimsel zeminde, cesaretle bunun yol ve yöntemlerini  tartışabilmeliyiz.

Written by Mustafa Sönmez