Mustafa Sönmez

Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi”. Bu saptamayı, Fethullah Gülen’in vekilharcı diye bilinen Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, 2 Kasım tarihli köşesinde yapıyordu. “Liberal demokrat” cenahtan Cengiz Çandar da bu saptamayı şöyle paylaşıyordu; “Son KCK dalgası…hükümete ve Ak Parti’ye uzun süredir entelektüel meşruiyet sağlamış liberal-demokrat ve kimi sol çevreleri son derece rahatsız etti”…

“Muhafazakar-demokrat liberal kutsal ittifak”taki çatırtı, önce Gülerce’nin gazetesindeki kalemlerden duyuldu. Cumhuriyet ve Milliyet’in eski yazarlarından Şahin Alpay, 2 Kasım tarihli köşesinde , AKP’nin hakkını AKP’ye vermeyi ihmal etmiyor ama hoşnutsuzluğunu da ortaya koyuyordu: “…Milli Görüş hareketi içinden sonunda Müslüman demokrat AKP çıktı. AKP, Kürt kimliğinin ifadesi üzerindeki sınırları kaldırdıkça, Kürt kimliğiyle siyasete katılım kanallarını genişlettikçe, Kürtlerin çoğunun oyu bu partiye yöneldi, Türkiye’ye bağlılığı güçlendi. Eğer hükümet baskı ve şiddeti artırarak, o bir öldürüyorsa ben beş öldürürüm politikasıyla, yani eskiye dönerek, PKK’yı bitiremezse, marjinalleştirebileceğini düşünüyorsa, fena halde yanılıyor.”

Yine Zaman’da, Etyen Mahçupyan, devletin tutturduğu yolu şöyle eleştiriyordu: “ KCK’lıların tutuklanmasıyla KCK’nın bitmeyeceği apaçık. PKK Silvan’da bir hamlede intihar etmişti… Devlet de KCK operasyonlarının gizliliği sayesinde kendisini her gün zehirliyor…”

Bu zehirleme-zehirlenme, liberallerin ortak metaforu olmalıydı. Nitekim 1 Kasım tarihli Radikal’deki yazısında Ahmet İnsel yine zehirden söz edecekti;

Başbakan’ı KCK operasyonuna ikna edenler veya emrivakiyle kucağına bu zehirli hediyeyi bırakanlar, PKK’nın nesnel müttefiki olarak çalışıyorlar.”

İnsel’in zehir metaforuna, Cengiz Çandar da katıldığını belirtiyor ve şöyle diyordu 2 Kasım tarihli Radikal’de; Evet; yapılan budur, yaptıkları budur. Ahmet İnsel’in dün yazdığı gibi. Ve evet, Başbakan ‘KCK operasyonuna ikna edilmiştir’ veya bu onun kucağına emrivakiyle bırakılmış bir zehirli hediyedir”. ***

Derin hayal kırıklığı yaşayanların başında belki de Hasan Cemal’i saymak gerekir. Daha 6 Ekim’de barışa ilişkin umudunu koruyor ve şöyle diyordu;

Kendi özel temsilcisini, bugünkü MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı Oslo’da PKK ile görüşme masasına gönderebilecek kadar siyasal risk almış olan Başbakan Erdoğan’ın barış konusunda hâlâ gerçekten samimi olduğuna inanmak istiyorum. Umudumu kesmiş değilim.”

Gelin görün ki, 2 Kasım’ın Hasan Cemal’i, büyük  hayal kırıklığı içindeydi ve şöyle tepki veriyordu. “ Büşra Ersanlı’nın, Deniz Zarakolu’nun, Ragıp Zarakolu’nun gözaltına alınmalarını kınıyorum. Ve KCK operasyonlarıyla davasının baştan beri demokrasiye, barışa engel oluşturduğunu düşünüyorum”…

Yeni Şafak’taki köşe yazısından Başbakan’a açık mektup gönderen Ali Bayramoğlu, bir başka “paramparça” liberaldi;
Haziran ayında, Ramazan’ın ardından büyük sivil tutuklamalarının geleceği, listelerin hazırlandığı, otoriter bir dalga eseceği iddia ediliyordu. O günlerde her vesileyle bunun gerçek olamayacağını, Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin kendi varlığıyla iç içe geçmiş “demokratikleşme ve reform politikaları”ndan geri düşemeyeceğini söylemiştim. Yanılıyor muyum, Sayın Başbakan?”

12 Eylül 2010 referandumunun hemen ertesinde, (14/9/2010), T24’te,Ben “yetmez ama evet” filan demedim. Böyle bir parantez açmaya gerek görmedim. 12 Eylül Anayasasında küçük bile olsa bir kaç çentik açılmasını önemli buldum, bunu kimin önerdiğine filan bakmadan, kestirmeden gittim ve  “evet” dedim” diye yazan bir başka Cumhuriyet eski yazarı Aydın Engin’in, umduğu çentikler açılmış mıydı bilinmez, ama bugünkü ruh hali peki iyi görünmüyordu. Şöyle yazıyordu Engin, “Özel yetkili savcılar ve mahkemeler üstüne içimden geçenleri ve düşündüklerimi eksiksiz yazarsam ya Ragıp Zarakolu ile, ya Ahmet Şık ile ya da Nedim Şener ile ranza komşuluğu yapıp volta atacağımı bilecek kadar deneyimliyim.”

Taha Akyol, Hürriyet’teki köşesinde topa hiç girmezken Mehmet Altan’ın Star’daki serzenişi ölçülüydü:son KCK tutuklamaları da dâhil, Kürt Sorunu’nu çözmek için şu iki soruya cevap vermek gerekiyor:..demokratikleşmeye mi öncelik vereceğiz, güvenlik anlayışına mı?

…Demokratikleşmenin savsaklandığı, güvenlik vurgusunun eskiyi aratmadığı yeni bir dönem endişesi herkesi korkutmaya başladı…”

***

Sonunda Gülerce, Fethullah siyaseti adına, bu “liberal demokrat yol arkadaşları”nın tüm sızlanmalarına şu resti çekiyordu: “… liberal demokrat bazı aydınlar, KCK’nın bir siyasi yapı olduğunu savunuyorlar. Sadece siyaset yapan KCK’lıların tutuklanmasına, fikir ve ifade hürriyeti açısından karşı çıkıyorlar. Fakat inandırıcı değiller. Çünkü karşımızda şiddeti ve ırkçılığı savunan bir yapı var. Şimdi temsilen Sayın Hasan Cemal’e soralım; KCK ne? PKK ne? İkisinin de başında “önder Öcalan” var. Dağdaki PKK’lıların lideri de, KCK Yürütme Konseyi Başkanı da Murat Karayılan… PKK, Çukurca’ya saldırır, 24 askerimiz şehit edilirken, Murat Karayılan, KCK’nın başı olarak hangi fikir ve ifade hürriyetinin savunucusudur? ”

Ne diyelim? Neoliberal tutuculardan demokrat yaratmaya çabalarken hayalleri paramparça olan AKP sevdalısı liberalleri, nasıl teselli edelim?  Üzülmesinler.

Koleksiyonlarındaki kırık hayal parçalarından birbirine uyanları yapıştırıp yeni hayaller kurarak oyalanabilirler…

Written by Mustafa Sönmez