İstanbul Havalimanı: Sat kurtul mu? (Al Monitor, 18 Mayıs,2022)
Kurulduğu 2013 yılından bu yana yarattığı çevre sorunları, iş cinayetleri, kayırmacılık skandalları, fizibilite tartışmaları ile…
Büyüme için dış kaynak girişine mutlak ihtiyacı olan Türkiye ekonomisinin risk göstergeleri yükseliş halinde. Bu durum, özellikle yabancı yatırımcılar tarafından yakından izleniyor ve Türkiye’ye ilişkin yeni kararlar alınıyor.
Türkiye’nin risk primi yıldan yıla dalgalanıyor. Örneğin, küresel krizin patladığı 2008’de 321’i görmüş ancak hızlı büyüme temposu yakaladığı 2010’da 167’ye inmişti. Büyüme temposunun çok yavaşladığı son zamanlarda risk primi de yükseldi ve bugün 250 ile ifade ediliyor.
Ülke riskinin bir diğer göstergesi derecelendirme kuruluşlarının verdikleri notlardan izleniyor. Dünyada tüm yatırımcıların izledikleri üç derecelendirme kuruluşundan S&P ile Moody’s, temmuz ve eylül aylarında sırayla Türkiye’nin notunu negatife düşürerek yatırım yapılabilir seviyenin altına indirdiler.
Derecelendirme kuruluşlarının not indirimi özellikle hisse senedine ve devlet kâğıdına yatırım yapan “sıcak para”yı, kısa vadeli sermaye hareketlerini yakından etkiliyor. Bu dış kaynak biçimi Türkiye için oldukça önem kazanmış durumda ve stok olarak 40-42 milyar dolar arasında değişen portföy yatırımı büyüklüğünde. Özellikle emeklilik fonları rating kuruluşlarının yatırım yapılamaz ikazlarını dikkate alıyor ve notu bu seviyeye düşen ülkelerden yatırımlarını çekiyorlar. Nitekim Merkez Bankası verilerinden Türkiye’de de not indirimlerinin ardından net sermaye çıkışları saptandı.
Bu çıkışların ardından dolar/TL paritesi yukarı seyretti ve Moody’s’in not indirimi öncesi 2.94 TL olan 1 doların fiyatı, izleyen haftalarda 3.11 TL’ye kadar çıktı ve o seviyelerde basamak yapma eğiliminde. Doların bu ölçüde değer kazanması Türkiye ekonomisi için pek hazmedilebilir bir gelişme değil. Çünkü dış borç stoku ve bunun kısa vadeli kısmı yüksek. Bu da borçlu kuruluşlar için borcun TL karşılığında ek maliyetler ve kur zararları demek. Öte yandan yılda 200 milyar dolar dolayında ithalat yapan Türkiye için dolar/TL paritesindeki hazmedilmesi güç artışlar ithal girdi ve makine-teçhizatta maliyet artışına ve bir maliyet enflasyonuna yol açmakta. 2017-2019 Orta Vadeli Program’da örtülü olarak, dolar/TL 2016 ortalamasını 2.95 TL olarak öngören hükümet için yılın ilk 10 ayında dolar/TL seyri öngörüleri aşıyor.
Yılın ilk altı ayında dolar/TL 2.93 TL olmasına karşılık, temmuz-ekim döneminde ortalama 3.00TL’yi bulmuş durumda. Kasım ve aralık ayları için ise aşağı yönlü bir gelişme ihtimali çok düşük görünüyor. Bu da 2016 dolar ortalamasının en az 3 TL ile ifade edilmesi demek. 2015 yılı dolar/TL ortalaması 2.73 TL olarak gerçekleşmişti. 2016’nın yıl ortalaması 3 TL olsa bile bu, yüzde 10’a yakın bir kur artışı anlamına gelecek. Yine OVP’ye göre 2016 tüketici fiyatlarının yüzde 7.5 artış ile kapanması halinde dolar/TL’deki artış enflasyonu aşacak.
OVP, 2016’nın tamamında yüzde 3.2 büyüme öngörürken 2017 hedefini yüzde 4.4 olarak belirlemiş durumda. Türkiye ekonomisinin 2017’de yüzde 4.4 oranında büyümesi büyük ölçüde dış kaynak girişine bağlı. OVP de yerli tasarrufların milli gelire oranının yüzde 13-14’ü geçemeyeceğini dolayısıyla yatırımların gerektirdiği kaynakların ancak dışarıdan bulunabileceğini kabul ediyor. O zaman da şu soru önem kazanıyor: Beklenen dış kaynak girişi gerçekleşecek mi? Risk priminin yükseliş halinde olduğu, rating kuruluşlarının ülkeyi yatırım yapılamaz ilan ettiği koşullarda büyüme için gerekli dış kaynak girişi nasıl gerçekleşecek?
Türkiye’nin içinden geçtiği ve 2017’de yaşayabileceği koşullar risklerin azalması değil, artması yönünde işaretler taşıyor. Ekonomide kırılganlıklar artıyor. Yatırımlardaki artış 2016’da yüzde 0.1’de kaldı. Yatırım kuraklığı yaşanıyor. Net dış talep büyümeye kaldıraç oluşturmuyor. İç talepte de hızlı düşüşler var. Politik ve jeopolitik risklerdeki yükselme eğilimi tüketiciyi etkiledi ve iç talepte önemli düşüşler var. Özellikle konut stoklarındaki artışların yarattığı sıkıntıyı aşmak için satışlardan alınan katma değer vergileri 10 puan azaltıldı ve bütçe gelirlerinin azalması pahasına bu darboğaz aşılmaya çalışıldı. Ancak yine de ekonominin lokomotifi haline getirilen inşaat-konut sektörü yeni talep darboğazlarına gebe görünüyor.
Büyümenin omurgası sayılan iç talepteki düşüş, iştahsızlık jeopolitik risklerin artmasından da etkileniyor. Suriye ve Irak’a dönük müdahaleler Türkiye’yi savaştaki bir ülke olarak gösteriyor. Bu, bir yandan turist ziyaretlerini öte yandan da sermaye girişlerini olumsuz etkiledi. Orta Doğu’daki gelişmelerin ne yönde seyredeceği, Türkiye hükümetinin “içimizdeki ve sınırımızdaki tehdit” olarak adlandırdığı Kürt aktörlerle hem bölgede hem ülke içinde sürdürdüğü çatışma da ülke riskinin bir diğer önemli bileşeni. Bu sorunu müzakere ve diyalog yoluyla çözme yerine güvenlikçi politikaların tercihi, haliyle ülke riskini yukarı yönlü etkiliyor.
Özetlemek gerekirse, taşıdığı risklerle yatırım yapılamaz ülke olarak kodlanan Türkiye ekonomisi, önümüzdeki zaman diliminde risk faktörlerini aşağı çekmek yerine yukarı taşıyacak politika tercihleri ile yönetiliyor. Aralık ayında ABD Merkez Bankası Fed’in yapacağı anlamlı bir faiz artışı ülkeden yabancı sermaye çıkışını hızlandıracak, riskleri tırmandıracak bir başka gelişme olacaktır.