Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) veri takviminde belirttiği gibi 31 Mart’ta Türkiye’nin son çeyrek, dolayısıyla 2016 toplamı milli gelir verilerini açıkladı. Bundan üç ay önce üçüncü çeyrek büyüme verileri açıklandığında yeni hesaplama yönteminin neden olduğu “şişirilmiş büyüme” iddiası gerilimli bir tartışmaya yol açmıştı. Son rakamlarla bu tartışma biraz daha alevlendi. AKP rejimine angaje değilse, iktisatçıların çoğu açıklanan verilerin güvenirliğine pek inanmıyor.

Ülke milli gelirinin hesaplanış biçimini 2016 ortasında değiştirdiğini duyuran TÜİK, eski şablonla belirlediği 2015 milli gelirini, yeni şablonla yüzde 20 artırmış ve 861 milyar dolar olarak açıklamıştı. TÜİK’e göre 2016’da yerel para ile ve enflasyondan arınmış olarak ekonomi yüzde 2,9 büyüdü. Cari fiyatlarla milli gelir, 2016 dolar ortalaması olan 3,04 TL’ye bölündüğünde 857 milyar dolarlık bir milli gelire ulaşılıyor. Bu da Türkiye’nin dünyadaki ilk 18 ülke içinde olması demek. Kişi başına gelir, 2015’e göre dolar cinsinden 207 dolar düşmüş durumda ama yine de 10 bin 807 dolarlık milli gelirden iktidar memnun!

2016 milli geliri 857 milyar dolar olarak belirlenince, 32,5 milyar dolarlık cari açığın milli gelire oranı da yüzde 3,8 olarak kayıtlara geçti. 2016’yı 404 milyar dolar dış borçla kapayan Türkiye’nin dış borç/milli gelir oranı da yüzde 47,1 oldu. Ekonomi yüzde 3’e yakın büyüse de dolar karşısında değer kaybı ve verilen açıklar, azalmayan dış borç yükü ile Türkiye’nin “kırılgan ülke” olma vasfı pek değişmedi.

Yıllık gayri safi yurtiçi hâsılada (GSYH) yüzde 2,9’luk artışın, geriye dönük revizyonlarla, yani “iyileştirmelerle” gerçekleşmesi bir başka önemli nokta. Dördüncü çeyrek büyümesi yüzde 3,5 olarak açıklanırken ikinci ve üçüncü çeyreğe ilişkin GSYH büyüklükleri önemli ölçüde revize edildi. TÜİK daha önce 2016 birinci çeyrek büyümesini yüzde 4,5 olarak açıklamıştı. Bu oranda bir değişiklik olmadı. Ancak ikinci çeyrek büyümesi yüzde 4,5’ten yüzde 5,3’e, üçüncü çeyrek oranı ise yüzde 1,8 küçülmeden yüzde 1,3 küçülmeye revize edildi. GSYH’de ikinci ve üçüncü çeyrek büyüklükleri daha önce açıklanan düzeyde kalsaydı, yılın tümünde büyüme yüzde 2,5’te kalacaktı.

Hükümet, hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan büyüme verisinden pek memnundu ve bunu 16 Nisan referandumu için “evet” propagandalarında kullanmaktan geri kalmadılar. Erdoğan 2 Nisan tarihli miting konuşmasında şöyle diyordu: “Bakın Türkiye 2016’da 2,9 büyüdü… Hani şu benim fırça attığım anlı şanlı ekonomi değerlendirme kuruluşları var ya, onların beklentilerinden bir puan üstünde çıktı… Bu demektir ki yine ters köşe oldular. Unutmasınlar ki bu millet penaltıyı iyi atar.”

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ise küresel finansal piyasalarında yaşanan dalgalanmalar, azalan turizm gelirleri, daralan tarım üretimi ve darbe girişimine rağmen ekonominin resesyona girmemiş olmasından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor ve şöyle diyordu: “Bu şoklara rağmen Türkiye ekonomisi büyümeye devam etmiştir. Hain darbe girişimi şokunu ekonomimiz çabuk atlatmış ve teknik olarak resesyona girmemiştir.” Şimşek, ekonominin 16 Nisan referandumundan “evet” çıkması ile daha çok büyüyeceğini öne sürüyordu.

Analizlerde ihmal edilen önemli bir taraf ise 2016’nın iki farklı yarıyıldan oluşmasıydı. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin Türkiye’nin tüm risklerini yükselterek sermaye çıkışına yol açması, derecelendirme kuruluşlarından negatif not alması, bunun etkisiyle doların TL karşısında diğer yerel paralardan daha fazla değerlenmesi ve bütün bunların üretimi negatif etkilemesi, yılın ilk yarısından farklı bir iklimin yaşanması demekti. Nitekim 2016, ilk yarı ve ikinci yarı olarak ayrıştırılıp bakıldığında ilk yarı büyümesinin yüzde 4,9 olmasına karşın temmuz-aralık dönemini oluşturan ikinci yarıda büyümenin 2015’in ikinci yarısına göre ancak yüzde 1,1 arttığı görülecekti.

Yeni seri GSYH verileri, diğer göstergelerle tam uyumlu bulunmuyor. En büyük çatışma, işgücü-istihdam verileri ile büyüme arasında. İşsizliğin 2016 ortalaması olarak yüzde 11’e dayandığı bir yılda ve özellikle de son çeyrekte, nasıl olup da büyümenin yeniden belirgin bir ivme kazandığı, yaygın biçimde sorgulanıyor.

Mahfi Eğilmez gibi bazı iktisatçılar, yeni seri ile büyümenin verilerini yorumlamadan önce hesaplama yöntemini, bizzat sorunsalını sorgulamak gerektiğini ifade ediyorlar. Daha radikal yaklaşanlar, yeni serinin yöntemini kabul edilmez bularak, bu seriyle ifade edilen verileri tamamen reddetmek gerektiğini ve eski serinin yöntemiyle de büyüme verisi üretilmesi gerektiğini savunuyorlar.

Aralarında Korkut Boratav, Oktar Türel, Tuncer Bulutay’ın bulunduğu bir grup saygın iktisatçı, kaleme aldıkları deklarasyonda yeni seri milli gelir yöntemini kıyasıya eleştirdiler. Boratav, BirGün gazetesindeki köşesinde şu ifadeleri kullandı: “TÜİK, bu kez, Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB) istatistik bürolarının revizyon önerilerinin çok ötesine gitmiştir. ‘İstatistikleri iyileştirme’ gerekçesi ile milli gelirin 2002 sonrasındaki düzeyi ve büyüme eğilimi fazlasıyla yukarı çekilmiş; sektör paylarında büyük değişiklikler yapılmış; yatırım, tasarruf oranları yükseltilmiştir. TÜİK’in elinde sanayi ve hizmet sektörlerini kapsayan üretim, iş, ciro istatistikleri ve bunları tamamlayan istihdam, ücret, maaş serileri vardır. Hepsi uluslararası standartlara uyarlanmıştır. Önceki milli gelir hesaplarının veri tabanı bunlardan oluşmaktaydı.”

TÜİK’in yeni seri yönteminde veri tabanının tümüyle maliye (özellikle Gelir İdaresi Başkanlığı) ve içişleri bakanlıkları ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme ve Düzenleme Kurulu’ndan elde edilen idarî, bürokratik kayıtlara kaydırıldığını belirten Boratav, temel verilerin üretim anketlerinden muhasebe kayıtlarına, örneğin vergi beyannamelerine kaydırılmasının sakıncalı olduğunu vurguladı ve şöyle dedi: “Bu tür kayıtlar, reel ekonomik değişkenlerden kopuk olabilir. Kavramlar farklıdır; ekonomik değil idarî, yasal tanımlar esas alınır. Kurallar, vergiler, tanımlar değiştikçe sonuçlar farklılaşır.”

Özetlemek gerekirse, henüz IMF kayıtlarında da kullanılmayan yeni seri milli gelir verileri üstünde mutabakat yok. Sonuçların özellikle işsizlik gibi önemli göstergelerle çelişki oluşturma sorunu halledilmedikçe inandırıcılık sağlaması ve güven vermesi zor olacak. Özellikle IMF ve kredi derecelendirme kuruluşlarının açıklanan göstergelere ne kadar güvenecekleri merak konusu.

Written by Mustafa Sönmez