Türkiye gündeminin aylardır ilk maddesini oluşturan 16 Nisan anayasa değişikliği ile ilgili referandumun ardından ülkenin en çok satan gazetesi Hürriyet, “Yeni Sistem” manşetiyle çıktı. Gazete şöyle diyordu: “1923’ten bu yana uygulanan parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişi öngören 18 maddelik anayasa değişikliği kabul edildi.”

“Yeni Sistem” abartılı bir saptama değil. Çünkü Olağanüstü Hal koşullarında yapıldığı için de sıkça eleştirilen referandum ile ilgili hukuksuzluk, hile, şaibe iddiaları bir iptali getirmez ve ortaya çıkan yüzde 51,4’lük onay resmiyet kazanırsa, Türkiye yeni bir sistem ile yönetilecek. Özü, yasama, yürütme ve yargının, yani güçlerin ayrımının yerine güçlerin tek elde toplanması olan bu yeni yönetim biçimi, demokratik normlardan uzaklaşmayı çok dert etmeyen, kendince etkin yönetimi mümkün kıldığı için savunulan bir “sistem.”

Neler olacak? 18 maddelik anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanı, güçlendirilmiş başkanlık yetkileriyle donatılıyor, başbakanlık kaldırılıyor.
Cumhurbaşkanı yürütmeyi doğrudan üstleniyor, bakanları doğrudan atıyor, bütçeyi yapıyor. Cumhurbaşkanı aynı zamanda partisinin başına geçiyor, bu nedenle de genel seçimle cumhurbaşkanı seçimi kasım 2019’da (belki de erkene alınarak) aynı tarihte yapılacak.

Cumhurbaşkanı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üyelerini hem doğrudan, hem etkili olduğu meclis üstünden belirleyeceği için yargıyı da “parti yargısı” yapabiliyor.

Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik yapısıyla parçası haline geldiği Batı dünyasının demokrasi anlayışına, normlarına pek de uygun düşmeyen “yeni sistem” ile istikrar gerçekleşecek mi, nasıl? Böyle bir sistem değişikliğinin arkasında seçmenin yarısı var, yarısı yok. Dolayısıyla sürdürülebilirlik sorunu var. Türkiye, 1961 Anayasasını yüzde 62, 1982 Anayasasını yüzde 92 onayla yaşama geçirmişti. Yüzde 51’lik onayla “yeni sistem”i uygulamak ve istikrar içinde uygulamak nasıl mümkün olacak?

Politik istikrar yaşamsal bir sorun ise “yeni sistem” ile bunun ekonomiye istikrar getirip getirmeyeceği de sıkça soruluyor elbette. Ekonominin, kendisini istikrarlı biçimde yeniden üretebilmesi için “büyümesi” gerekiyor. Türkiye son yıllarda büyüme ivmesini kaybetti. Bunda dışsal etkenler kadar içeride biriktirdiği riskler etkili oldu. Özellikle 2016’nın ikinci yarısında krizin eşiğine gelen ekonominin ikinci yarı büyüme oranı yüzde 1’e kadar geriledi.

Türkiye ekonomisinin, iç tasarrufları yetersiz olduğu için dış sermaye girişine mutlak bağımlılığı var. Bu da ağırlıkla borçlanma ile oluyor ve biriken borç stokları önemli bir kısıt yaratıyor. Merkez Bankası’nın yayımladığı son Uluslararası Yatırım Pozisyonu raporu, Türkiye’nin dışarıdaki 217 milyar dolarlık varlığına karşılık, içeride 589 milyar dolarlık yükümlülüğü, bir anlamda borcu olduğunu ortaya koydu. Bu, net 373 milyar dolarlık bir pozisyon açığı demek ve “düzeltilmiş” yeni milli gelirin (857 milyar dolar) yüzde 43,5’u kadar bir açık demek.

Böyle bir ekonominin dış kaynak girişi, her dönem önem taşıdığı gibi, “yeni sistem”li dönemde de önem kazanacak. Yabancı yatırımcılar, yeni sistemin Türkiye’de riskleri azalttığını görebilecekler mi? Dahası, önlerinde başka yatırım seçenekleri var. Türkiye tek seçenekleri değil. Alternatif coğrafyalara göre Türkiye’yi cazip bulacaklar mı?

Bugünkü risk göstergeleri, Türkiye’yi “Kırılgan Beşli ” olarak bilenen ülke kümesi içinde en riskli ülke olarak gösteriyor. Kısa adıyla CDS (Credit Default Swap) olarak bilinen risk primi, Türkiye için 233 iken, en yakınındaki Brezilya için 220. Üçüncü sıradaki Güney Afrika’nın risk primi 216, Rusya’nınki ise 166. Bunu, 129 ile Endonezya izliyor.

Hatırlatmak gerekir ki, Türkiye 2016 eylülünden bu yana üç önemli kredi derecelendirme kuruluşu tarafından yatırım yapılamaz ülke ilan edildi. Yüz üzerinden değerlendirildiğinde Türkiye’nin notu 44 ve özellikle kurumsal yatırımcılar açısından uzak durulması gereken bir ülke konumunda. “Yeni sistem” ile Türkiye bu risk şampiyonu imajından kurtulabilecek mi? Daha referandumun ertesinde ajitasyon dozu yüksek bir ifade ile AB ile ilişkileri ve ölüm cezasını referanduma götürme niyetinde olduğunu açıklayan bir Cumhurbaşkanı’nın ülkesinde risk algısı azalır mı?

Biliniyor ki ister doğrudan yatırımcı, ister borç sağlayıcı olsun yabancı sermaye, riskler ve kredi derecelendirme kuruluşu notları konusunda yeterince tatmin olmaz ise gelmiyor ya da çok az geliyor. Gelenler, spekülatif amaçlı “sıcak para” biçiminde geliyorlar. İstikrarsız sermaye trafiği, yerel para TL’nin dolar ve avro karşısında kaybını, öteki deyişle döviz fiyatlarının artmasını getiriyor. Artmış döviz fiyatıyla ithalat ve kredi kullanımı maliyetli hale geliyor ve ekonomi büyüyemiyor. Yükselmiş kur ile yapılan ithalat, içeride maliyetleri artırıyor ve enflasyonu tırmandırıyor. Kur ucuzken yapılan borçlanma, kur artınca firmalara ağır kur zararlarına mal oluyor. Reel sektörün net döviz açığının hala 201 milyar doların üzerinde olduğunu geçerken belirtelim.

Türkiye’nin tüketici enflasyonu şimdiden yüzde 11.3’ü bulurken, sanayicilerin ağırlıkla kur artışı bahanesiyle yaptıkları fiyat artışları, yıllık bazda yüzde 18’e ulaşmış durumda. Önümüzdeki aylarda da sürecek olan üretici fiyat artışları, aynı zamanda yüksek tüketici enflasyonu demek.

Enflasyon kadar büyük sorun, çift haneli işsizlik. 17 Nisan’da açıklanan işsizlik verisi, resmi tanımlamayla yüzde 13’ü (yaklaşık 4 milyon işsiz), geniş tanımlama ile yüzde 20’leri buldu. 15-24 yaş arasını kapsayan gençlerdeki işsizlik oranı yüzde 24,5 ile endişe verici bir boyutta.

Referandumun hemen ertesinde açıklanan bir diğer önemli veri, bütçe açıklarıyla ilgili. 2016’nın ilk üç ayında 46 milyon TL fazla veren bütçe, 2017’nin ilk üç ayında yaklaşık 15 milyar TL açık verdi. Hazine nakit dengesinin aynı dönemde 22,6 milyar TL açık vermiş olduğu da dikkate alındığında referanduma yönelik olarak alınan önlemlerle “yangın” tehlikesine karşı kamu maliyesinden bol miktarda “su” kullanıldığı anlaşılıyor.

Kamu maliyesi disiplini, Türkiye’nin özellikle yabancıları çekmek için vitrininde başköşeye koyduğu bir çekim objesi. Bunun şimdi, fazladan açığa dönüşmesi ve krizin ancak böyle yönetilebilmesi, devamında ne olacak sorusunu sordurtuyor. Çünkü kamu kaynağı da dipsiz kuyu değil. Harcananı yerine koyamadığı takdirde kamunun borçlanması, borç için faiz harcamalarını artırması, cari açığın yanında kamu açığı gibi yeni bir kara delikle yüz yüze kalma tehlikesi var.

İş âlemi rejimden politik saiklerden arınmış müdahaleler bekliyor. Gevşetilen bütçe disiplinine dönüş, beklentilerin başında. Çünkü yabancı yatırımcı için en büyük cazibe unsuru bu. Avrupa Birliği ile ilişkileri hızla toparlamaya çalışmak da beklentiler arasında. Bu yolla dış sermaye akışının artırılması, böylece bir büyüme ivmesi yakalanılması umuluyor.

İş aleminin bu naif beklentisine karşılık rejim, elde edebildiği yüzde 51’lik seçmen desteğini konsolide edici popülist bir ekonomik politikayı mı tercih edecek? Referandumdan önce yapıldığı gibi vergi indirimlerine giderek, harcamaları artırarak, vergisel af yasaları getirilerek bir gevşeme politikası izlenebilir. Seçim odaklı bu yönelimin başta kamu maliyesi olmak üzere ekonominin yapı taşlarına ağır hasarlar vereceği ortada olmakla birlikte, siyasi kaygılar bir kez daha ekonominin önüne geçebilir.

Written by Mustafa Sönmez