Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 Ağustos’ta Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası’nda iş adamları ile bir araya geldiğinde bankaları eleştirmesi, eleştiriden öte azarlaması Türkiye gündemine sert giriş yaptı.

Erdoğan şöyle dedi: “Bankalar rahat durmuyor. Biz faizlerin düşmesi lazım diyoruz. Bankalar ise vatandaşın oraya yatırdığı paraları kendisi için adeta bir soyup soğana çevirme aracı olarak kullanıyor.”

Erdoğan bu sert sözlerin ardından gerekli yerlere işareti de verdi: “Ama ben inanıyorum ki, gerek merkez bankamız, devlet bankalarımız bu konuda kararlı adım atmak suretiyle inşallah bu işi aşağı çekeceklerdir. Geçtiğimiz yıl çektiğimiz onca sıkıntının sonunda Türkiye yüzde 2,9 büyürken bankalar, bakın bu çok önemli, yüzde 40 civarında kâr artışı elde etmişse burada bir sorun var demektir. Hale bak. Üstelik bu yıl bankaların kâr oranlarını neredeyse ikiye katladıkları görülüyor. Bu bir felaket.”

Bankalar, faizler, hele ki bankaların kârlılığı öteden beri politik İslam’ın ana eleştiri temalarından biri oldu. Artan ölçüde Batı kapitalizmi ile bütünleşme ve onun üstünden ekonomik büyüme ve seçmen desteği ile tırmanış yaşayan AKP rejimi bu kaçınılmaz faiz maliyetini tam da hazmedemiyor, destek aldığı iş çevrelerine ve muhafazakâr kesime bankaları, “faiz lobisi”ni şikâyet ederek malum “şeytanlaştırma” hamlelerini eksik etmiyor.

Bu kez de öyle oldu. Son iki yıldır krizin eşiğine gelen ekonomiyi bankaların kredi musluklarını açmaya teşvik ederek canlandırmaya çalışan, bu nedenle bankaların iş hacmini de büyüterek yüksek kârlara ulaşmalarını sağlayan rejim, bu hamleden dolayı yaratılmış kâr fırsatının kendi eseri olduğunu unutturarak, banka kârlarını ve faizleri hedef tahtasına bir kez daha yerleştirmiş bulunuyor.

Artık iyice biliniyor ki Türkiye ekonomisi özellikle dış kaynakla büyüyor. Dış kaynağı sağlamada aracı kuruluşlar bankalar. Küresel krizin yarattığı likidite bolluğundan da yararlanan bankalar buldukları dış kredileri içeride firmalara ve tüketiciye satıyorlar ve satabildikleri ölçüde de kâr elde ediyorlar. Bunu bazı yıllarda kolaylıkla yaparken bazı yıllarda da zorlandılar. Bankalar kredi kullandırırken ince eleyip sık dokuyarak, mevzuata dikkat ederek iş yapıyorlar. Çünkü Türkiye 2001’deki büyük krizi biraz da bankacılık kesiminin başıboş bırakılması nedeniyle yaşamıştı. O zamandan beri bankalar sıkı denetleniyor, özellikle de Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) tarafından.

Bankalar 2016’nın ortalarına kadar düşük kâr oranlarıyla yetinmek zorunda kalıyorlardı. Öz sermaye kârları yüzde 10’ların altına kadar inmişti. Bunun sonucu olarak kredi arzı azaldı. Bu sıkışıklık, yaşanan politik, jeopolitik gerginliklerin etkisiyle, Moody’s, S&P gibi kuruluşların not indirimleri ile ekonomik soğumaya dönüştü.

Özellikle 2015, bankacılık açısından oldukça sorunlu bir yıl oldu. Siyasi iktidar bankalara uygulanan karşılık oranlarını azaltarak taze kaynak yarattı. Böylece kârlılıkları yukarı çekebilecek etkili bir hamle yaptı. Yani Erdoğan’ın ekonomi yüzde 2,9 büyürken bankaların kârları yüzde 40 arttı diye eleştirdiği sonuç, bizatihi kamu tarafından sağlanan bu destek sayesinde oldu. Çünkü hem baz yılı olarak 2015 kötü bir yıldı hem de devlet, bankalara destek olmaya karar vermişti.

2017’de banka kârlarını şahlandıran yine devlet oldu. Çünkü devreye Kredi Garanti Fonu (KGF) girdi. Ekonominin krize girme ihtimalinin artmasıyla kredi musluklarını açma fikri benimsendi. Hazine garantili borçlanma imkânı sağlanınca kredi büyüme hızı yüzde 40’ların üzerine çıktı. Dolayısıyla 2016’nın tamamında 25 milyar TL kâr eden bankaların 2017 ilk yarı kârının 25 milyar TL’yi bulması yine devlet desteği ile gerçekleşti.

Erdoğan’ın bankaları azarladığı sıralarda Türkiye’nin en büyük kamu bankasını da yöneten Türkiye Bankalar Birliği Başkanı Hüseyin Aydın şöyle diyordu: “Belirsizliklerin ve risklerin yüksek olduğu böylesi bir dönemde kamunun da ekonomiye dokunuşları güveni artırdı. Avrupa Birliği’nin (AB) büyüme konusunda 10 yıldır yapamadığını biz altı ayda yaptık ve üç çeyrekte toparlandık. Yasal limitlerimizi sonuna kadar kullandık. Elde, avuçta, cepte ne varsa hepsini krediye verdik.”

Aydın, KGF’de 313 bin müşteri için 207 milyar lira kullandırıldığını bildiriyordu. Bu bankalar için büyük bir kredi satışı, dolayısıyla kâr imkânı idi. Peki ya Erdoğan’ın şikâyet ettiği yüksek kârlar? O konuda ise şöyle konuştu Aydın: “Kimsenin kazancında gözümüz yok. Borsa İstanbul’daki, sanayideki ya da diğer firmaların kârlılıklarına bakıldığı zaman bankacılık sisteminin kârı makul bir seviyededir.”

Bankalara bir dönem için de olsa yüksek kârlar sağlayan kredi musluklarının açılması, KGF başta olmak üzere uygulanan birtakım teşvik ve tedbirler sayesinde sıkışmış olan piyasalar, geçici bir süre için rahatlatılmış oldu. Yapılanlar esasen zaman kazanmaktan başka bir şey değil. KGF imkânının 207 milyar TL’ye ulaşarak 250 milyar TL limitine yaklaşması ile birlikte bu desteğin ne kadar daha devam edeceği konuşulmaya başlandı.

Dünya gazetesinde köşe yazıları da yazan bankacı Tuğrul Belli bu zaman kazanmanın bedelini hatırlatmadan geçemiyor. Belli 10 Ağustos tarihli yazısında şöyle diyor: “Kredi Garanti Fonu limitlerine gelinsin veya gelinmesin, kesin olan bir şey varsa o da uygulanan tedbirlerin makroekonomik riskleri artırmadan daha fazla genişletilmesinin pek mümkün olmadığı. Bu tedbirlere ‘maliye politikası’ da dâhil.”

Her şey yolunda gibi görünürken kamu maliyesinde sıkışmalar var. Hazine’nin temmuzda 15,1 milyar TL olarak öngörülen iç borçlanma miktarı 16 milyar TL olarak gerçekleşti. Böylece hazirandan sonra temmuzda da borç çevirme oranı yüzde 140’ın üzerine çıkmış oldu. İç borç üzerindeki baskı etkilerini tahvil faizlerinde de gösteriyor. Gösterge tahvil faizi yüzde 11,7 ile 2009 yılından beri en yüksek seviyelerde. Dış borçlarını ödemek için Hazine’nin eylül ayında da döviz satın alması veya Eurobond borçlanması gerekecek.

Bankacı Belli “çifte açık” tehlikesine de parmak basıyor: “Her şeye rağmen, bu sene bütçe açığının GSYH’nin yüzde 2,5’ini (75 milyar TL) aşma ihtimali düşük. Öte yandan, cari açık (büyüme performansına da bağlı olarak) bu sene yüzde 5’e çıkabilir. (2016’da yüzde 3,8 olmuştu.) Bu durum ise ekonomide ister istemez ikiz açık (twin deficit) riskini gündeme getirecektir.”

Risklerde sessiz ve derinden bir artış yaşanırken bu durumu bertaraf edecek ve Türkiye ekonomisini yeniden istikrarlı bir sürece kanalize edecek gelişmeler var mı? Bu konuda belirtiler çok sınırlı. Stres biriktiren bir ekonomi var.

 

Written by Mustafa Sönmez