Türkiye ekonomisi 2001’de yaşanan büyük krizin ardından başlayan ve IMF iş birliği ile yürütülen onarım programının getirdiği istikrarlı uzun büyüme döneminin sonuna gelmiş görünüyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 Kasım seçimlerinde tek başına iktidar olmasıyla başlayan uzun büyüme döneminin ilk aşamasında, yani 2003-2008 döneminde yıllık 5,9’luk, ikinci aşamasında, yani 2009- 2017 yılları arasında da yıllık yüzde 4,9 büyüme kaydedilmişti.

Gelir, istihdam, vergi, dolayısıyla kamu hizmeti artışı da yaratan bu istikrarlı büyüme dönemi, AKP’ye sürekli seçmen artışı getirdi. Büyüme performansının rüzgârı AKP’ye istediği politik İslam rejimini inşa etmede de büyük kolaylık sağladı.

Bu “tatlı hayat” döneminin en önemli özelliği Türkiye tarihinde görülmemiş boyutlarda dış kaynak girişi sağlamasıydı. 2001 krizi sonrası uygulanan onarım programının ortaya çıkardığı iç iklimin uygunluğu, dünyadaki likidite bolluğu ile çakışınca küresel kriz öncesinin yıllık yüzde 6’ya yaklaşan büyümesinin yelkenlerini dış kaynak girişi doldurdu. 2009’dan sonra da küresel kriz ateşini kontrol için ABD’de, AB’de izlenen genişlemeci para politikalarının sağladığı kaynak bolluğu Türkiye gibi ülkelerin dış kaynak teminlerini kolaylaştırdı ve Türkiye bu dönemin yüzde 5’e yakın istikrarlı büyümesinin kaynağını da yine bu elverişli dış konjonktürde buldu.

Ancak 2014 sonrasında dışarıdaki genişlemeci politikaların son bulacağının ve faizlerin artırılacağının ilanı ile birlikte “tatlı hayat” döneminin sona erdiğine dair sinyaller gelmeye başladı ve Türkiye bu dönemi 2017 sonuna kadar uzatabilmesine rağmen 2018 krizini önleyemedi. Merkez Bankası’nın ödemeler dengesi verilerine göre 2018’in ilk dokuz ayında dışarıdan para girişi yerine, 4,2 milyar dolarlık net dış kaynak çıkışı yaşandı.

Geride kalan uzun büyüme döneminde sağlanan dış kaynağın yaklaşık dörtte birlik kısmı hane halklarına kredi olarak kullandırılmıştı. Böylece, özellikle 2003 sonrası, Türkiye toplumu hiç alışık olmadığı kredili yaşama alıştı. Konut, taşıt, ihtiyaç kredileri adları altında tüketici kredileri hızla yaygınlaşırken kredi kartı kullanımı ve kart üstünden borçlanma da hızla yaygınlaştı. Yaygınlaşarak artan hane halkı borçlanması, büyümenin temelini oluşturan iç talebi canlı tutmaya yararken öte tarafta ücret, maaş ve emekli geliri düşük ailelerin borçlanmalarına ve ipotek altına girmesine yol açtı.

Gerek konut, taşıt ve ihtiyaç kredisi toplamı olarak tüketici kredilerinin, gerekse kredi kartı ile borçlanmanın 2004’teki boyutu, aynı yılın milli gelirinin yüzde 4,6’sından ibaretti ve bu krediler, toplam banka kredilerinin yüzde 24’ünü oluşturuyordu. Ancak hızlanan dış kaynak temini ile birlikte, hane halkına kredi kullandırma hızla teşvik gördü ve haneler hem uzun vadeli konut kredileri kullanma hem de daha çok kredi kartı edinme, daha yüksek limitlerle tüketici kredisi kullanma, daha çeşitli kredi kartlarıyla ceplerini doldurma ve 12 aya varan taksit teşvikiyle tüketime özendirildiler. 2004’te yüzde 4,6 olan hane halkı borç yükünün milli gelire oranı, 2013’e gelindiğinde milli gelirin yüzde 18’ine kadar çıkmıştı. Hane halkına kullandırılan krediler, o yıl toplam banka kredi toplamının yüzde 31’ini buluyordu.

Hane halkının borçlanması 2014’ten itibaren ciddi sinyaller verdi ve alacak tahsilatında sorunlar görülmeye başlandı. AKP rejimi bazı kısıtlamalara gitmek zorunda kaldı ve musluklar biraz kısıldı, sigortalar artırıldı. Yine de 2017’ye kadar iç talebe dayalı büyümede hane halkı borçlanması, sistemin en önemli kaldıracı olurken sayıları 19 milyon ile istihdamın yüzde 70’ini oluşturan ama oldukça örgütsüz, sendikasız olan ücretlilere, borçlanarak geçimi sağlama yolu açtı. DİSK’in işçi profilini ortaya koyan çalışmasına göre ücretlilerin yüzde 66’sının geliri aylık 2000 TL’nin (Yaklaşık 365 dolar) altında. Bu gelirle geçinmenin çok zor olduğu düşünüldüğünde, ailelerin borçla, “krediye erişim” ile bütçe denkleştirdikleri çok açık.

Borçla aile bütçesini denkleştirme yolu 2018 ortasında tıkanmaya başladı. 2018 ortalarında, önce döviz kurunun artan iç ve dış risklerin etkisiyle hızlı artışı, ardından ABD ile yaşanan gerilim ile anormal boyutlara ulaşması, TL faizlerinin artırılmasını da zorunla hale getirdi. Bu faiz artışını zorunlu kılan önemli bir risk de yüksek dövizin de yol açtığı, tüketici enflasyonu oldu. Yüzde 25’lerde katılaşmaya yüz tutan enflasyon ile birlikte artırılması zorunlu hale gelen TL faizleri, bir anda hane halkının geçim desteği olan tüketici kredisi ve kredi kartı borçlanma faizlerini de tırmandırdı. Konut kredileri 2018’in ilk çeyreğinde yıllık yüzde 13 faize sahip iken kasım ayında bu, yüzde 29’a kadar çıktı. Daha önemlisi, hane halklarının kredi kartı borçlarını kapatmak için de kullandıkları ihtiyaç kredisi faizlerindeki artış. Bu faiz tutarı yüzde 37’yi aştı. İhtiyaç kredisi ve kredi kartı ile yapılan borçlanmalar, Merkez Bankası’nın mayıs 2018’de yayımladığı Finansal İstikrar Raporu’nda 574 milyar TL (yaklaşık 153 milyar dolar) olarak belirlenen hane halkı borç yükünün yüzde 56’sını oluşturuyorlar.

Böylesi faizler, düşük ve orta gelirli işçi, memur, emekli kitlesinin hem mevcut borç yükünü çevirmesinin hem de yeni borçlanmayla geçimini idame ettirmesinin imkânlarını oldukça daraltmış durumda. Hane halkına kullandırılan kredilerin geri dönüşünde önemli sorunlar yaşanırken takibe uğramış, mahkemelik borçlu birey sayısı da hızla artıyor. Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin eylül verilerine göre bireysel kredi veya bireysel kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe uğramış kişi sayısı 2018 yılı ocak – eylül döneminde 2017 yılının aynı dönemine göre yüzde 4 artarak 1,1 milyon kişi oldu. 2018’in dokuz ayındaki bu sayıya, önceki yılların birikiminin eklenmesiyle, yasal takibe uğramış kişi sayısı 3 milyon 284 bini buldu. Bankalar bu kişilerden 19 milyar TL’ye, yani yaklaşık 3.5 milyar dolara yakın kredilerini alamaz duruma gelmişlerdi ve bu, toplam banka batık alacaklarının yüzde 21’ini oluşturuyordu.

Bankaların bireysel kredilerinin geri dönüşü ile ilgili endişeleri artıyor. Çünkü borçluların bir kısmının işlerini kaybetme riski var, işini koruyacak olanların ise, yüzde 25 enflasyon ile baş edebilecek bir ücret-maaş zammı alamama ihtimali var. Bu, milyonlarca ailenin kredi borçlarını ödemede de zorlanmaları, geçim şartlarının sertleşmesi, bankalar açısından da takipteki alacakların daha da artma riskinin yükselmesi demek.

Mevcut yüksek faizlerle borçlanamamanın iç talebi daha da daraltması ve içine girilen krizin ömrünü uzatması riski ayrıca vurgulanmalı.

Written by Mustafa Sönmez