Milliyet Operasyonu ve AKP’de Fiyaskolar…
Beşiktaş’ımızı mali çöküşe sürükleyen tüpçü Demirören, kapağı Futbol Federasyonu başkanlık koltuğuna atmasının ardından Aydın…
Türkiye’nin gündeminden enflasyon, özellikle de gıda enflasyonu hiç eksik olmuyor. Çarşı pazarda el yakan fiyatların, 31 Mart’ta yapılacak seçimlerde sandığa yansıyacağı konusunda herkes hemfikir. Bunun farkında olan AKP rejimi, hayatın tüm alanlarından eksik etmediği polisiye önlemler ile sebze fiyatlarını düşüreceğini de umuyor ve deniyor.
Yakın zamanda, soğan fiyatı arttı diye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla soğan depolarına baskınlar yapıldı. Ama baskınlar fiyatı düşürmedi. Sonuçta iktidar çözümü soğanın gümrük vergisini sıfırlayarak ithalatta buldu.
Soğanı marketlerdeki diğer yüksek sebze fiyatları ile “mücadele” izledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Ocak’ta marketlerle ilgili açıklamalarında özetle şöyle dedi: “Faiz, enflasyon düşerken marketlerde hâlâ sebze-meyve fiyatları düşmedi. Bu marketlerde, benim halkımı sömürme mücadelesini devam ettirenler varsa bunun hesabını da sorma görevi bizimdir ve sorarız.”
Oysa birilerinin Erdoğan’a hatırlatması gerekiyordu: Faizin, enflasyonun vergi indirimleri ile düşüyor görünmesi, gıda fiyatlarını düşürmüyor. Çünkü tarımsal üretimde kullanılan dışa bağımlı gübre, yem, ilaç gibi girdilerin fiyatı düşmediği gibi, sürekli olarak artıyor. Girdi maliyetlerini düşürmeden, fiyatlar nasıl düşebilir ki?
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre tarım üreticileri, yani çiftçiler, 2018’de ürün fiyatlarını ancak yüzde 16 artırabildi. Buna karşılık sanayi ürünlerinin fiyatı yüzde 34’e yakın arttı. Bu da tarım ile sanayi fiyatları arasındaki makasın 18 puana çıkması demek. Oysa tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatları, 2003‘ten 2017’ye kadar birbirine çok yakın seyretmişti. 2018 bir kırılma yılı oldu. Bu kadar sert ayrışma ile birlikte korkulan, tarım üreticisinin küskünlüğünün daha da artması ve çiftçinin üretimden iyice uzaklaşması.
Kaynak:TÜİK veritabanı
AKP rejimi, özellikle gıda ürünlerindeki artışı ithalatla terbiye etme gibi sonuç vermeyecek bir önlemle uğraşırken yüzleşmekten kaçtığı asıl sorun tarımsal ürün arzı yetersizliği. Bu durum, Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda şöyle ifade edilmişti: “Türkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortaya çıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi asıl itibarıyla yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, etkin ve dinamik bir tarımsal üretim planlaması yapılamaması önemli bir yapısal sorun olarak görülmektedir. Üretim planlaması yapılabilmesi için tarımsal istatistik, rekolte tahmini ve erken uyarı sistemi altyapısının güçlendirilmesi gerekmektedir.”
Üreticinin tarımdan uzaklaşması artarken, terbiyevi ithalatla üretici daha da soğutuluyor. Bunun sonucu, tarımın milli gelirdeki payının hızla azalması. Bu pay, 1998’de yüzde 10 iken 2017’de yüzde 6’ya kadar indi, 2018’in ilk dokuz ayında ise yüzde 5,7’ye kadar gerilemiş durumda.
Önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeli olan Türkiye’de tarımın gerilemesi, aslında 1980 sonrası izlenen politikalara kadar uzanıyor. 1980 öncesi dönemde tarıma önemli destekleri olan kamu kuruluşlarının Hazine’ye yük oluşturduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi, tarımı önemli bir destekten mahrum bıraktı.
Bütün Avrupa Birliği ülkelerinde tarıma destekler korunur ve yer yer artırılırken Türkiye’de kamu maliyesinde mali disiplin sağlamak adına destekler azaltıldı. 18 Nisan 2006 tarihinde kabul edilen Tarım Kanunu ile çiftçiye destek yasal güvenceye alınmış gibi oldu ama fiili harcamalar farklı seyretti. Yasada, “Bütçeden ayrılacak kaynak, gayri safi milli hasılanın yüzde birinden az olamaz” denilmesine karşın çiftçi örgütü Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne göre uygulamada destekler, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GYSH) yüzde 0,56’sında kaldı. 2018’de faiz dışı bütçe harcamaları yüzde 22’ye yakın artarken tarım destekleri yüzde 14 artabildi ve tarıma desteğin toplam bütçe harcamalardaki payı yüzde 2’yi bulmadı bile. Oysa tarımsal istihdam, ülke istihdamında yüzde 19’a yakın paya sahip.
Desteklerin azalması ile birlikte çiftçinin motivasyonu da azaldı. Bu da tarımı önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkardı. Tarımsal üretimi gerçekleştiren çiftçi sayısı hızla azalıyor. 2000’de 21,5 milyon olan istihdam içinde tarımsal istihdam 7,7 milyon ile yüzde 36’ya yakın bir büyüklüğe sahipti. 2018’e gelindiğinde ekim ayında istihdam 29 milyondu ama tarımın toplamdaki payı yüzde 18,4’e geriledi. Başka bir ifadeyle, tarımdaki istihdam 17 yılda 2,4 milyon azalarak 5,3 milyona geriledi.
Özellikle genç kuşak kırsal nüfusun tarımı deneyimlemeden kentlere akması dikkat çekiyor. Tarım Bakanlığı ortalama çiftçi yaşını 55 olarak tahmin ediyor. “Genç çiftçi” yetiştirilmesi için başlatılan ve gençlere 30 bin TL (Yaklaşık 6 bin USD) hibe verilmesinden ibaret projeler ise sonuç vermekten uzak görünüyor.
Kırsalda yaşlanan nüfus ve üretimsizlik, tarımsal alanların ciddi oranda boş kalmasına neden olduğu gibi tarım alanları, özellikle kent merkezlerine yakın olanlar, inşaat arsasına dönüştü. TÜİK tarım verilerine göre toplam tarım alanları 2001 yılında 41 milyon hektar iken 2017 yılında 38 milyon hektara geriledi. Tarım alanının bu kadar kısa sürede yüzde 7,3 oranında azalması endişe verici. Sulama altyapısı da yetersiz. Tarım alanlarının ancak üçte birinde sulu tarım yapılması ise bir diğer önemli sorun.
Hayvancılık da gerileme halinde. Mera alanları daralıyor, ot verimi düşük. Endüstriyel yeme dayalı hayvancılık politikası sonucu, yem ham maddesinin yüzde 50’den fazlası ithalata bağımlı. Artan dövizle birlikte yem fiyatları da tırmanıyor ve hayvancılığı geriletiyor. Yem sanayinin en önemli girdilerini oluşturan arpanın yeterlilik derecesi yüzde 89, mısırın ise yüzde 88. Bu da yemde ithalata başvurulmasını gerektiriyor.
Özetle, tarım ve hayvancılık dışa bağımlı hale getirilirken döviz fiyatındaki sert artış 2018’de tarımı da sert biçimde vurdu ve çiftçiyi tarımdan soğutacak olumsuzluklara yol açtı, tarımın yapısal olan sorunları biraz daha ağırlaştı. Yapılması gereken, tarladan sofraya sorunları bir bütün olarak ele almak ve kronik hale gelen sorunlara çözüm üretmek. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin demotive olması, üretimi terk etmesi, çiftçi yaş ortalamasının 55’i bulması, pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahalı ulaşması geliyor. Ürün kayıpları, iklim değişikliğine bağlı felaketler, ithalatın yarattığı tahribat, üretici örgütlenmesinin yetersizliği konuları üstünde de hassasiyetle durulması gerekiyor.
Bu sorunların tümünü kucaklayan bütüncül bir tarım politikasının oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması, tarımı ayağa kaldırmanın ön adımları olacaktır.