‘Post-Sosyalist’ Rusya Gözlemleri…
Bundan 23 yıl önce, yani Glasnost, Prestroyka politikaları ile kapılarını kapitalizme yeniden açarken…
2017 başlarına kadar, 2016 yılının ikinci yarısında başlayan ve yıl sonlarında temposu artan bir kriz havasından söz ediyorduk. Bugün aynı durum geçerli diyemeyiz. Çünkü AKP, küçülmeye başlayan, daralan ve teknik anlamda da krize girmekte olan ekonomiyi “yönetebildi” ve Türkiye en azından şimdilik bir krizin dışında duruyor. Ama krizin eşiğinde gemiyi kayalara bindirmekten kurtaracak dümen tutuşunun maliyeti ne? Ne pahasına oldu bunlar? Bu da önemli. Geldiğimiz yerden muhasebe yaparsak diyebiliriz ki evet, kriz şimdilik yönetildi ama bedeli de ağır. Türkiye’nin kırılganlığı arttı, dayanıklılığı azaldı.
Türkiye’yi krizin eşiğine getiren şartları hatırlatalım. 2015’te ekonomi yüzde 6 dolayında büyüdü. Bu büyüme için beklenen yeterli dış kaynak girişi olmadı ama gerekli döviz, Merkez Bankası rezervleri ve dışarıda tutulmuş birikimler kullanılarak gerçekleştirildi. 2016’nın ilk yarısı da fena geçmedi büyüme açısından. İlk yarı büyümesi yüzde 5 dolayındaydı ama ikinci yarı büyüme yüzde 1’e düştü. Bu düşüşün ilk ayağında, yani temmuz-eylül döneminde ekonomi büyümek yerine, yüzde 1,3 küçülünce yaygın biçimde, “İşte krizin ayak sesleri” denildi.
Bu üç ayda 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı, ekonomi içine kapandı, üretim düştü. Dahası, eylül ayında kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin politika, dış ilişkiler ve ekonomi göstergelerini oldukça riskli olarak değerlendirdi ve “çöp notu”nu uygun gördü. Yetmedi, dış âlemde rüzgârlar Türkiye’nin aleyhine esmeye başladı. ABD Merkez Bankası Fed’in iştahla faiz artırma eğilimi, küresel fonların yönünü Türkiye gibi ülkelerden merkez ülkelere, özellikle ABD’ye çevirdi. Dolar hızla değer kazandı ve çevre ülkelerden, merkez ülkelere kaydı. Bu, TL dâhil yerel paraların hızla değer kaybı demekti. TL iç kırılganlıklarından dolayı öteki yerel paralardan daha hızlı değer kaybetti.
Evet, kriz hızla yaklaşıyordu ve hükümetin bir şeyler yapması gerekiyordu. Çünkü ekonomik hoşnutsuzluklar, tam da Anayasa halk oylamasına giden bir takvime denk gelmişti.
Türkiye ekonomisi, 2008-2009 küresel krizinden birçok ülke gibi etkilenmiş, yüzde 5 dolayında daralma yaşamıştı. O zaman başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan yine hızla dümen tutmak için harekete geçmiş ve aldığı önlemlerle “Kriz bizi teğet geçti” demişti. 2016 sonlarında doların iyice yükselmesiyle büyük dalgalanmalar yaşanırken bu kez cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve başkanlık rejimi değişikliği için çabalayan Erdoğan aynı sözleri tekrarladı: “2009’da da teğet geçmişti, bu kez de teğet geçecek.”
Krizi yönetmek ana gündemdi. Neler yapıldı? Zora giren firmalar için vergi kolaylıkları, borç ertelemeleri, iç tüketim için dayanıklı tüketim mallarında büyük vergi indirimleri, iç piyasa kurumasın diye artırılan devlet harcamaları… Para politikası olarak bankaları kredi musluklarını açmaya cesaretlendiren devlet kefaletleri, doların yükselişini frenlemek için kamu kurumlarının döviz birikimlerini TL’ye çevirmeye dönük talimatlar, topluma Cumhurbaşkanı tarafından “TL’ye dön, dolardan kaç” telkinleri, bu yolda sürdürülen yoğun bir kampanya, Merkez Bankası’nın dolambaçlı faiz artırma hamleleri… Artan işsizliği emmek için istihdam yükünün bir kısmını devletin üstlenmeyi taahhüt ettiği İşsizlik Fonu’nu da krizi yönetmek için kullanıma geçiren düzenlemeler… Bütçeye paralel bir Varlık Fonu’nun kurulması ve bu fonun da krizin yönetiminde kullanılması… OHAL iklimini kullanarak grev ertelemeleri, sendikalara aba altından değil açıktan sopa göstermeler…
Bu maliye ve para politikaları ve diğer önlemlerle yılın üçüncü çeyreğinde devrilen vagonlar, 2016’nın son çeyreğinde rayına konuldu. Dördüncü çeyrek için açıklanan büyüme oranı yüzde 3,5 idi. 2016 genelinde büyüme yüzde 2,9 olmuştu. Bu, 2015 büyümesinin yarısı demekti ama olsun, deniyordu. Ya 2017 nasıl geçecekti?
IMF’nin nisan 2017 raporu, Türkiye için 2017’de yüzde 2,5 büyüme ancak mümkün diyor ve tüm kırılganlıkları anımsatıyordu. AKP Hükümeti öyle düşünmüyor, Maliye Bakanı Naci Ağbal “Ekonomi yüzde 4’ün üstünde büyür” diyordu.
“Krizi yönetmek” için alınan önlemlerin arkası kesilmedi. 2017’nin başında da hele ki 16 Nisan anayasa değişikliği referandumunda “hayır” eğiliminin ağır bastığı hissedilince bütçenin, bankaların musluklarını açmaları için talimatlar artırıldı, özellikle kamu bankaları üstünden zordaki firmalara daha çok can simidi atıldı.
Başka bir şey daha oldu: 2017’nin ilk aylarında dış rüzgârlar döndü. Sadece Türkiye için değil, 2016’nın ikinci yarısında sermaye kaçışı sorunu yaşayan ve yerel paraları dolar karşısında hızla düşen ülkeler için de… Özellikle şubattan itibaren kaçan küresel fonların bir kısmı, burunlarını mandallayarak çevre ülkelere ve Türkiye’ye geri döndüler. Sıcak para, borsadan fiyatı iyice düşmüş hisse senetlerini, prim yapan devlet kâğıtlarını alarak kazanç sağladığını gördükçe izleyen aylarda da belli büyüklüklerde geldi. Bu giriş, dolardaki tırmanışın hızını kestiği gibi biraz da geriletti. Ocak ayında ortalaması 3,73 TL’ye çıkan dolar, izleyen aylarda düştü ve 3,60 TL dolaylarına kadar geriledi. Dolardaki tırmanışın durması ve hatta gerilemeye başlaması da krizi yönetenlerin işini kolaylaştırdı.
2017’nin ilk üç ayının büyüme sonuçları 12 Haziran’da açıklanacak ve muhtemelen yüzde 3 dolayında bir büyüme yaşandığı açıklanacak ve AKP rejimi bunu bir başarı olarak takdim edip kutlayacak. Ama tek yüzlü madalyon nerede var ki? Kriz yangınının nasıl söndürüldüğünü ve arkasında ne tür riskler biriktirdiğini unutmamak gerek.
Dövizin hızlı yükselişi, içerideki önlemler ve daha çok da dış rüzgârların yatışmasıyla yavaşladı ama dolar hala yüksek. Firmalar, döviz açıklarını azaltmaya çalışsalar da açık hala 200 milyar dolara yakın. Yükselen dolarla ithal edilen girdi, makine-teçhizat maliyetleri arttı ve bu da ürünlerin, hizmetlerin fiyatlarına yansıtıldı. Nisanda yıllık üretici fiyatları yüzde 16’yı, ara mallarda yüzde 22’yi buldu. Şimdilik tüketici fiyatlarına yansıma yıllık yüzde 12. Türkiye yeniden iki haneli enflasyonla tanışmanın keyifsizliğini yaşıyor. Çünkü enflasyon iki hanelere tırmanırken ücret ve maaş artışları tek haneli olarak enflasyonun çok altında kaldı. Alım gücü düşenler, daha sesli homurdanıyor.
Kriz yönetildi ama yatırım için ne iç ne de dış aktörler hevesli. Büyüme rüzgârını iç tüketimden alıyor sadece, yatırımdan değil. Bu da işsizlikte tırmanma demek. Tarım dışı işsizlik yüzde 15 gibi endişe verici bir noktaya yükseliyor.
Enflasyon ve işsizliğin yanında kriz yönetmede kullanılan kamu bütçeleri, başta merkezi bütçe, zaman zaman İşsizlik Fonu, buralardan verilen açıklar, zaten cari açık veren Türkiye’yi kamu açığı da vermeye başlayan, yani çifte açık veren bir ülke durumuna getirmek üzere. 2016’nın ilk dört ayında 5,4 milyar lira fazla veren bütçe, bu yılın aynı döneminde 18 milyar lira açık verdi. Cari işlem açığı 2016’da ilk üç ayda 7,9 milyar dolar iken bu yılın aynı döneminde yüzde 5 arttı, 8,3 milyar dolara ulaştı.
Bankaların gerçek anlamda geri dönmeyen kredilerinin tutarı, toplam kredilerin yüzde 9’una yaklaştı. Bunu, kamu bankası Ziraat Bankası’nın da başkanı olan Türkiye Bankalar Birliği Başkanı Hüseyin Aydın açıkladı. Bu, endişe verici bir boyutta batık kredi. Önlem? Banka yüklerini Merkez Bankası’na yıkacak “banka senedi” isimli bir düzenleme hazırlığı var.
Kamu açığının tırmanması, Merkez Bankası’nı kriz itfaiyesine çevirme keyfiliği, banka batık kredilerinde tehlikeli artış… Bunlar, enflasyon, işsizlik, cari açık sorunlarının yanında kriz yönetmenin tahrip edici yeni maliyetleri. Ekonomiye kemik erimesi yaşatacak önlemler.
Sonrasında ne olacağı daha önemli…