Kafası Karışık Kürtler…
Mustafa Sönmez BDP Grup Başkanı Selahhatin Demirtaş, 25 Temmuz tarihli Milliyet’te diyor ki, “Meseleyi…
Özellikle çevre ülkelerin yakın tarihinde “IMF’ye düşmek” diye bir tabir vardır. Bir türlü enflasyonla, döviz açığı ve borç yükümlülükleri ile baş edemeyen, kısaca krize giren ülkeler, üyesi oldukları Uluslararası Para Fonu IMF’nin kapısını çalar ve krizden çıkabilmek için dünya piyasalarından kolay kolay bulamadıkları krediyi IMF’den isterler. IMF de başvuran hasta ülke acı bir reçete uygulamayı kabul ederse düze çıkması için gerekli krediyi kullandırır. Verilen ev ödevleri yapıldıkça kredi dilimleri serbest bırakılır.
Bugünlerde IMF ile birlikte adı sıkça anılan iki ülke Arjantin ve Türkiye. Nedeni ise ikisinin de ekonomik göstergelerinin IMF kapısına gidecek kadar olumsuz olması. Göstergeleri Türkiye’ninkinden daha olumsuz olan Arjantin, 30 milyar dolarlık bir kredi temini için IMF’yle temasa geçti ve şimdi halkının ağır protestolarına rağmen acı reçeteyi kabul etmenin eşiğinde. Ya Türkiye? Türkiye henüz IMF’lik olmadı ama köprüden önceki son çıkışı kaçırırsa IMF’ye gitmesi mutlak ülkelerden biri olarak görülüyor.
İlginçtir Türkiye ile Arjantin 2001 yılında, yani Türkiye tarihinin en ağır krizinin yaşandığı yılda da aynı anda IMF’lik olmuşlardı.
Büyük kamu açıkları, döndürülemeyen dış borçlar, verilen büyük cari açıklar ve sermaye kaçışı ile yerli parada büyük değer kaybı… Bunlar iki ülke için de söz konusuydu ve gösterilen tek yol IMF’ye gitmek, alınacak IMF kredilerinin karşılığı acı reçetelerle sosyal harcamaları kısmak, özelleştirmeleri uygulamak, maaşları, istihdamı daraltmak, tarım ve hane halkı desteklerini kaldırmak, bütçeden kısarak borç ödemekti.
Bu acı reçeteye, 2001’de Bülent Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükümeti “evet” dedi. Alınan kredi karşılığı reçete ve politik sonuçları da kabullenilmiş oldu. Arjantin ise karşı durdu, dış borçlarını 2005’te ve 2010’da yeniden yapılandırıldı ve alacaklılara yeni tahviller verdi. Borçları ve faizlerini ödedi ama takvim ve şartları kendisi belirledi. Tabii ki bu durumda yeni sermaye girişi neredeyse kesildi, yabancılar Arjantin’den uzak durdu.
Arjantin 2015’e kadar dünya piyasalarının asi evladı olarak ayakta kalmaya çabaladı. 2003-2015 arasında Peronizm’in sol kanadının temsilcileri Nestor-Cristina Kirchner çifti ülkeyi dönüşümlü yönetti ve bölüşüm ilişkilerini alt sınıflar lehine düzenlediler. Ancak ekonominin kötüye gitmesiyle birlikte 2015’teki seçimi sağcı aday Mauricio Macri kazandı. Macri global fonlara tavizler vererek onlara büyük kârlar sağladı. Arjantin’in uluslararası sermaye piyasalarından borçlanmasının yolu açıldı. Macri göreve başlar başlamaz “Lebac” denilen, peso cinsi kısa vadeli borçlanmaya hız verdi. Bu kâğıtlar sıcak para yatırımcıları tarafından kapışıldı.
OECD verilerine göre 2014-2017 döneminde dört yılda Türkiye 35 milyar dolar sıcak para çekmişken, Arjantin’in kullandığı portföy yatırımları 68 milyar doları buldu. Ne var ki 2018 nisanda ABD tahvil faizleri yükselince sıcak para Türkiye dâhil birçok çevre ülke gibi Arjantin’den de çıkmaya başladı. Faizlerin yüzde 40’a çıkarılması da kanamayı durduramadı, pesonun yıllık değersizleşmesi yüzde 25’i geçti. Macri soluğu IMF’de aldı.
Arjantin’in yaşadığı kaderi Türkiye de yaşayacak mı? Türkiye’nin en saygın iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinin ardından hangi taraf iktidara gelirse gelsin 2019’da IMF’ye gidişi neredeyse kaçınılmaz görüyor.
Peki bu kaderi geciktirecek, belki dönüştürecek, köprüden önce bir çıkış yok mu? Türkiye’nin ve Arjantin’in göstergeleri diğer çevre ülkelerden net olarak ayrışıyor. Enflasyon, cari açık, kamu açığı, dış sermayenin uzaklaşması ile hızlanan yerel para kaybı, onu yavaşlatmak için yükseltilen faizlerden medet umma, iki ülkenin birbirine yakın olguları. Ama yine de Türkiye henüz Arjantin kadar denizi tüketmiş değil.
IMF’nin mart verilerine yer veren en son raporu mayıstaki türbülanstan önce kaleme alınmış olmakla birlikte birçok uyarıyı içeriyor: “Kamu maliyesinin beslediği ve genişletilmiş para politikalarıyla desteklenen iç talep artışları ekonomiyi 2017’de aşırı ısındırmış; enflasyonun ve cari açığın artmasına yol açmıştır. Konut ve inşaat sektörlerinde aşırı üretim söz konusudur. Bugünkü finansal kırılganlıklar sürdükçe genişletici maliye ve para politikalarında ısrar etmek sonuçsuz kalır; tehlikeli olabilir.”
AKP rejiminin temmuz başına kadar göstergelerin daha da kötüye gitmesini önlemek için başta TL faizlerini hızla artırarak döviz tırmanışını durdurma çabası çok da işe yaramıyor. 23 Mayıs’ta dolar kuru 4.92’yi görmüşken Merkez Bankası politika faizini 3 puan artırarak hız kesmek istedi. Dolar kuru 29 Mayıs’ta 4.60 TL dolayındaydı. Yani 3 puanlık faiz artışı doları ancak 30 kuruş geriletebildi. Türkiye artık yıpratıcı bir döviz-faiz bilek güreşine sahne.
Ekonomide dengeleri yerine oturtmak için sarsılan iç ve dış güveni seçimlerle birlikte yeniden kazanmak gerekli. Seçimlerden güven alan bir siyasi irade ekonomik göstergeleri düzeltmeyi deneyebilir. Kaçan sermaye belki geri gelir, TL’ye dönüş başlayabilir. Adım adım faizler inebilir. Bunlar enflasyon hızını yavaşlatabilir. Güven geri gelirse yatırımlar ve büyüme başlayabilir. Kamu açığına yeniden disiplin getirilebilir. Ama bunlar kısa sürede olmayabilir de. Mart 2019’da düzenlenecek yerel seçimler ekonomiyi toparlamanın önündeki bir başka siyasi basınç.
Ayrıca içeride ne yapılırsa yapılsın dışarıdaki rüzgar global fonları Türkiye’ye çeviremeyebilir de. Bu da denizin iyice tükenmeye başlamasına yol açarak rotayı IMF’ye doğru çevirmekten başka bir yol bırakmayabilir.