Baskı, inkâr, asimilasyon ve Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrarın devam ettiği, anadilinde eğitim ve savunma hakkının engellendiği, kadına yönelik her türlü ayrımcı uygulamanın, baskının, şiddetin, kadın katliamlarının tırmandığı, gençlerin YGS, LGS ve KPSS gibi sınavlar yüzünden dershane kapılarında süründüğü, işsizliğin pençesinde çırpındığı, borç batağına saplanmış yığınlarda açlık, işsizlik ve yoksulluğun kol gezdiği, kamu hizmetlerinin tasfiye edilerek özelleştirildiği, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik haklarının gasp edildiği, sömürünün derinleştirildiği, emekçilerin sürekli hak kaybına uğradığı, örgütlenme hakkının kısıtlandığı ve sendikaların sürekli baskı altında tutulduğu, siyasi partilerin kapatıldığı, insan hakları savunucularının, seçilmişlerin, muhalif siyasetçilerin tutuklandığı, muhalif basın yayın organlarının susturulduğu, sürekli çatışmalı ortamın diri tutulduğu bugünkü Türkiye’yi değiştirecek tek güç biziz…” Kim bu konuşan, ne zaman? BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş… Tarih 6 Nisan 2011… Yani 2011 genel seçimleri öncesi. Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku, 17 siyasi parti ve grup tarafından oluşturuldu.
BDP dışındaki 16 bileşenin hepsi demokrat, sosyalist hareketlerin parti ve gruplarındandı. Yüzde 10 barajından ötürü bağımsız adaylarla seçimlere katılma kararı alan blok, seçimlerden 6.5 milyona yakın oy aldı ve Meclis’e 35 milletvekili soktu. Blokun oyları elbette, ağırlıkla BDP’li Kürt seçmenin oyuydu ama Kürt siyaseti dışındakiler de blok adaylarına oy verdiler. Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel, Kürt siyaseti dışından, demokratların, sosyalistlerin milletvekili olarak Meclis’e giren isimler oldular. Blok, Kürt siyasetinin Türk solu ile bütünleşmesi ve özgürlük mücadelesinin Türkiyelileşmesi ve sınıfsallaşması için bir umuttu. Ama, bugün bakıldığında gidilmiş fazla bir yol, ne yazık ki, yok… Bunda seçim sonrası AKP’nin Kürt siyasetini kıyıma uğratmak için başlattığı KCK operasyonları en önemli etken oldu. Savunmaya geçen Kürt siyaseti, “Türkiyelileşmek” misyonunda da yetersiz kaldı. Bu, bir yere kadar mazur görülebilir. Ama bugün İmralı’da Abdullah Öcalan (AÖ) üstünden yürütülen görüşmelerin ortaya çıkardığı son manzaraya baktığınızda, söylem ve yaklaşım olarak hiç de yazının girişindeki kaygıları öne alan bir durum, bir söylem, ne yazık ki yok.
Bu Hal, ne haldır?
Öcalan, AKP rejimi adına MİT ile görüşürken, ağzından MİT övgüsü düşmüyor. Cemaate verip veriştirirken MİT ve cemaat dışı AKP’ye açılan kredi sonsuz. Bunu “Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı deme” taktiği ile açıklamaya kimse kalkmasın. Kimse çocuk değil. Tutanakların yansıttığı kadarıyla gündeme getirilen sorunlar, Türkiye’nin demokrasi sorunları değil, Kürt siyasetinin kendi gündemi. Anadilinde eğitim, Kürtlerin kendilerini yönetimi… İyi de hani Türkiye’de tüm halkların ve sınıfların kendilerini yönetimi olacaktı derdimiz? Nerede? KCK tutukluları pazarlık konusu ama AKP rejiminde gösteri yapan öğrenci de içeride, haber hakkı için çalışan gazeteci de… HES’lere karşı direnen köylü de içeride, sendika mücadelesi için direnen metal işçisi de… Balyoz, Ergenekon tutukluları, KCK tutuklularından az mı mağdur? KCK davasından tutuklu milletvekilleri Gülser Yıldırım (Mardin), Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız (Şırnak), Hatip Dicle (Diyarbakır), İbrahim Ayhan (Şanlıurfa) Kemal Aktaş (Van) mağdur da, Ergenekon davası tutuklu milletvekilleri CHP’li Mustafa Balbay (İzmir) Mehmet Haberal (Zonguldak) ve MHP’li Engin Alan az mı mağdur?
CHP mi faşist?
Öcalan’ın, MHP ile CHP’yi aynı kefeye koyup “faşist” nitelemesine ne buyurulur? Faşizm, (bana kaba bir tarif olarak gelse de) büyük sermayenin en azgın yönetim biçimidir, der Dimitrov. Bunu Öcalan da bilir. İslami sermayenin örgütü TUSKON ve MÜSİAD’a iltihak etmiş TÜSİAD’ı arkasına alıp işçi sınıfına, tüm halklara en koyu karanlık günleri yaşatan, bunlarla yetinmeyip despotik iktidarını başkanlık rejimi ile diktatörlüğe taşımak için Öcalan’dan destek isteyen AKP rejimi mi faşist nitelemesini hak ediyor, CHP mi? Öcalan da bilir; o CHP, 1980 öncesi, sosyalistlerle kol kola faşizme karşı barikatlardaydı. ODTÜ’de, Fatsa’da, Sivas’ta, K.Maraş’ta, Çorum’da CHP’liler vardı. 12 Eylül zulmüne uğrayan ve işkenceden geçirilen DİSK yönetimi, başta başkan Abdullah Baştürk CHP’liydi… Diyarbakır (Amed), CHP’nin kalesiydi… O CHP, Erdal İnönü ile Kürt kimliğini merkezden tanıyan ilk siyaset oldu. Bugün bile linç ordusunun içinde tek bir CHP’li bulamazsın ama Sinop’ta yanılıp “bizi CHP’liler linç etmek istedi” demeye getiren Sırrı Süreyya’nın mahcubiyetine düşersin. Öcalan, CHP’ye faşist nitelemesinden dolayı ilk fırsatta özür dilemelidir.
Barış, kimin derdi?
Türkiye’nin acil gündemi barıştır. Halkların kardeşliğidir. Bunu samimi biçimde dert edinen, AKP – cemaat koalisyonu değildir. Onların derdi başka. Bunu, bugüne kadar yaşayarak herkes öğrendi; “yetmez ama evetçiler” bile öğrendi. Kürt siyaseti, elini güçlü hissedip “kendine Müslüman” olma tuzağına düşmemeli, dostunu düşmanını iyi seçmelidir. Kürtlerin özgürleşmesi Türkiye’deki demokrasi mücadelesi ile bir bütündür. Biri, diğerinden kopuk değildir. Kürt siyasetinin programı, Türkiye’nin demokratikleşme programından bağımsız değildir ve koparılamaz. Bu yalın ve basit gerçeği herkes görmelidir. İmralı sürecinden olsa olsa, KCK tutuklularının salınması sonucu alınır, fazlası değil. Bu da az şey değildir, ama sonuçta zalim yerinde kaldıkça, salınanları geri toplamak bir gecelik operasyon işidir. Son söz de Gandhi’den olsun:
“Bir insanı, ancak gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkündür. Ama, eğer uyumuyor da uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın bütün gayretlerini sarf etseniz, boşunadır.”
(*) Kürtçe, kardeş demek.

Written by Mustafa Sönmez