Olağanüstü Hal ikliminde adaletsiz bir yarışma ve kamu denetiminden uzak bir biçimde yapılan 24 Haziran 2018 seçimlerinde yeniden seçilen Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı’na bağlı hükümet modelini başlattı.

Kendisine, yani tek kişiye olağanüstü yetkiler veren; yasama, yürütme ve yargıyı neredeyse tek elde toplayan bu yeni devlet biçimi parlamentoyu işlevsizleştirirken yasamayı da Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile gerçekleştirmeye başladı. Art arda çıkarılan kararnameler parlamentoya uğramadan Resmi Gazete’de yayımlanıyor ve 600 milletvekilinin ancak bundan sonra haberi oluyor. İki yıldır sürdürülen OHAL kaldırılıyor ama yerine içerik olarak ötekini aratmayan kalıcı bir düzenleme hazırlığı yapılıyor.

Saray’a bağlı yeni kabinede en ilgi çekici icraat daha önce başbakan yardımcılığı görevi yapan ve özellikle Londra piyasasının yakından tanıyıp güvendiği Mehmet Şimşek’in dışlanması, ona bağlı Hazine Müsteşarlığı’nın Maliye Bakanlığı’na bağlanarak merkezileştirilmesi, bakanlık koltuğuna da Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ınoturtulması oldu.

Önceki hükümetlerde Enerji Bakanı olarak görev yapan Albayrak, yeni kabinede ekonominin tek sorumlusu ve Saray’ın en güvendiği isim oldu. Bu bakanlığa aynı zamanda kamu bankaları, bankacılık ve sermaye piyasası ile ilgili üst kurullar ve dolaylı biçimde Merkez Bankası da bağlandı.

Yeni kabinede, özellikle iç ve dış piyasaların beklediği bir isme, Mehmet Şimşek’e yer verilmemesi dikkat çekti. Şimşek konusunda Erdoğan’ın iyi duygular beslemediği biliniyordu ve dışlanma bunu bilen çevreler için sürpriz sayılmadı.

Türkiye’nin Batı dünyasının çağdaş devletlerinin yönetim biçimleriyle çatışan yeni devlet yapısı kırılganlıklara yeni boyutlar ekledi denebilir. Genelde Türkiye ekonomisinin bütün göstergelerinin büyük risk ve kırılganlık içermesi, özelde de yeni siyasi yapı ve onun kadrolaşma tercihleri iç ve dış piyasalardan henüz güvenoyu alamamasına yol açmış görünüyor.

Seçimlerin hemen öncesinde ve ardından Al-Monitor’da kaleme aldığım değerlendirmelerde belirtilen güven sorunu bütün ağırlığını koruyor. İç ve dış aktörler AKP rejimine, icraatına güven ifade etmeyen tarzda davranıyor, sermaye getirmiyor, TL’ye pek dönmüyor, yatırıma henüz yanaşmıyorlar. Bütün bunların sonucu olarak da TL’nin değer kaybı sürüyor.

Bundan kaynaklı enflasyon en büyük risk. Döviz açığı, yani cari açık büyüyor ve açığın finansmanı için dış kaynak bulunamıyor, eldekilerin dibi kazınıyor. Seçimler öncesi yapılanlarla birlikte kamu harcamaları kamu gelirlerinin çok gerisinde ve merkezi bütçe de önemli açıklar vermeye başlamış durumda.

2017’de dopingle büyütülmüş ekonominin yarattığı anomalilerin faturası ödenmeye başlarken yılın ilk çeyreği sonrasında ekonomide yavaşlama hissediliyor ve büyüme yerini küçülmeye terk ediyor. Nisan işsizliğinin mevsimsellikten arınmış olarak yüzde 10,3’e çıkması ve sanayi üretiminin mayısta yüzde 1,6 düşmesi bunun göstergeleri.

Tek adam rejiminin yakın dönemde en çok başını ağrıtacak sorun enflasyon. Haziran enflasyonun aylık yüzde 2,6’yı bulması ile tüketici enflasyonu yıllık yüzde 15’in üstüne fırladı, üretici enflasyonunun yıllığı ise yüzde 24’ü geçti. Yükselen üretici enflasyonu ağırlıkla TL’nin hızlı değer kaybı ya da döviz fiyatının hızlı artışı ile ilgili. Yapılan her ithalat –yıllık olarak ortalama 250 milyar dolara yakın– maliyet enflasyonu yaratıyor ve önce sanayicilerin ürün fiyatını devamında da perakendecinin tüketici fiyatlarını yükseltiyor. Dövizde tırmanışı frenleyecek bir başarı sağlanamadığı için artan maliyetler önümüzdeki aylarda da fiyatları yukarı çekecek ve ağırlıkla bu etkiyle yıllık enflasyon rahatlıkla yüzde 20’yi bulacak. Böyle bir enflasyonun yükselen ülkeler arasında bir tek Arjantin’de olduğu, onun da çareyi IMF ile stand-by anlaşması yapmada bulduğu biliniyor.

Enflasyonun yüksek seyri birikimlerini korumak isteyen mevduat sahibinden, varlık değerlerini korumak kaygısındaki girişimciye kadar herkesi güvenli bir limana, dövize, dolara, avroya yöneltiyor. Çünkü TL’ye verilen faizler enflasyonla baş edemiyor. TL faizlerinin yakın zamanda bir ayda beş puana yakın artırılmasına rağmen TL faizi, birikimleri, varlıkları enflasyona karşı koruyamıyor.

Yüksek enflasyon özellikle dış yatırımcılar açısından risk ve bilinmezlik demek. Onlar da bunu görerek Türkiye borsasına gelmiyor, mevcut yatırımlarını da en az zarara uğrayacak şekilde dışarı çıkarmaya çalışıyorlar. Yıllığı 58 milyar dolara ulaşan cari açığınfinansmanında dış kaynak bulunamıyor. En sonuncusu mayıs ayı için açıklanan cari açık bilançosu bu ayda dışarıdan hiç kaynak girmediğini ve açığın rezervler ile kaynağı belirsiz kaynaklardan karşılandığını ortaya koydu. Yerli cephane tükeniyor.

Bütün bu olumsuzluklar, ülkelerin risk derecesini ölçen CDS’lere yani risk primine de yansıyor. Türkiye’nin yeni kabine kurulurken 300’ün altında seyreden risk primi, 16 Temmuz Pazartesi 328’i görerek rekor kırdı. Türkiye bundan önce eylül 2015’te 315 ile tavan riski görmüştü. Ulaşılan risk katsayısı komşu Yunanistan’ın 317 olan risk primini bile geçmiş durumda, en yakındaki Brezilya’nın 240 dolayında olan risk priminin ise yüzde 35 üstünde.

17 Temmuz’da Merkez Bankası tarafından açıklanan Türkiye’nin dış borç geri ödeme yükümlülüğü verileri önümüzdeki 12 ayda çevrilmesi gereken dış borç tutarının yaklaşık 181 milyar dolar olduğunu gösteriyor. 50 milyar dolar dolayındaki cari açık ile birlikte bulunması gereken 12 aylık dış finansman ise 230 milyar doları aşmış durumda.

Durum cari açığa eşlik eden kamu açığında da parlak değil. Merkezi bütçenin haziran sonu açığı yaklaşık 47 milyar TL’yi buldu. 2017’nin aynı döneminde bu açık 25 milyar TL idi.

Yüksek enflasyon, tırmanan işsizlik, azalmayan cari açık ve ona eşlik eden kamu açığı olumsuzlukları kredi derecelendirme kuruluşlarının raporlarında anında yerini alıyor ve yatırımcılar bu göstergelerle uyarılıyor. Fitch 13 Temmuz’da yaptığı açıklamada Türkiye’nin uzun dönem yabancı para cinsinden kredi notunun “”BB+”dan “BB” seviyesine indirildiğini, not görünümünün “negatif” olduğunu bildirdi. Moody’s ise 16 Temmuz’da yaptığı açıklamada Türkiye bankalarının sorunlu kredilerindeki artışın bankaların kredi notu açısından negatif olduğunu belirtti.

Bu olumsuz tablo, doların fiyatını temmuz ortasında 4.85 TL basamağında tutuyor. 24 Temmuz’da yapılacak Merkez Bankası toplantısında TL faizinde bir artış olup olmayacağı ise merakla bekleniyor. Yeni yönetimin faiz artırmakta isteksiz davranması doların fiyatının 5 TL’ye çıkmasına yol açabilir. Bu psikolojik bir eşiğin aşılması demek. Piyasalara kendisini beğendirme telaşındaki tek adam rejiminin esnek davranıp davranmayacağı ise bilinmiyor.

 

Written by Mustafa Sönmez