Yeni kara delik: İstanbul üçüncü havalimanı (Al-Monitor, 9 Mart 2018)
Türkiye’yi 2003’ten bu yana önce başbakanlık daha sonra cumhurbaşkanlığı koltuğundan yöneten Recep Tayyip Erdoğan, bu…
Türkiye ekonomisini su üstünde tutmak, yüzdürmek giderek zorlaşıyor. Ekonomideki inişi durdurup yeniden bir büyüme ivmesi yakalamak için, iç ve dış iklim henüz uygun olmamasına rağmen, faiz indirimine gidildi, dövizin fiyatının çıkışı çeşitli yollarla, kamu bankaları üstünden kontrol altına alınmak istendi. Faiz ve döviz ile ilgili bu zorlama politikalara araç yapılan Merkez Bankası ve Hazine, şimdiye kadar önemli itibar ve kaynak kaybına uğramış durumda.
Bu zorlama politikaların devamı olarak özellikle konut stoklarını eritmek umuduyla kamu bankaları ucuz konut kredisi vermeye memur edildi. Ne var ki kredi hacmini büyütme hamlesine özel ve yabancı bankalar beklendiği kadar katılmadılar çünkü dayatılan faizi rantabl bulmadılar, aşırı riskli gördüler.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yönetimi bunun üzerine Ziraat, Halk ve Vakıflar Bankası’ndan oluşan üç kamu bankasını kredi verme konusunda ödüllendiren, buna karşılık kredi plasmanına ihtiyatlı yaklaşan özel ve yabancı bankaları neredeyse cezalandıran bir uygulamaya gitti. Mevduatlardan ayrılan ve Merkez Bankası’na yatırılan zorunlu karşılıkların miktarı ve bu karşılıklara ödenen faiz, bankaların kredi performanslarıyla ilişkilendirildi. Bu da kredi verme konusunda ihtiyatlı davranan özel ve yabancı bankaları cezalandıran bir sonuç yaratınca, birçok yabancı bankanın Türkiye’de benzer dayatma ve zorlamalarla karşı karşıya kalma endişeleri arttı.
Türkiye bankacılık sisteminde önemli bir yer tutan yabancı bankaların popülist politikalara memur edilen, bir anlamda rejimin aparatı yapılan kamu bankalarını kayıran, haksız rekabetçi politikalardan tedirgin oldukları ve benzer uygulamaların çeşitlendirilmesinden endişe duyarak Türkiye’deki varlıklarını sürdürüp sürdürmeme konusunu gündemlerine taşıdıkları bildiriliyor.
AKP rejimi, 2019’da 31 Mart ve 23 Haziran’da büyük illerde kaybettiği yerel iktidar ile birlikte, siyasi geleceği açısından önemli bir gerilime girdi. Özellikle AKP içinden eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile eski Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın yeni parti kurma hazırlıkları, AKP’yi biraz daha basınç altına almış durumda.
Yerel seçimlerden alınan yenilginin büyük ölçüde 2018 ortalarında girilen kriz süreciyle ilgili olduğunun farkında olan AKP yönetimi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen aşırı merkeziyetçi ve “tek adam rejimi” olarak eleştirilen yapının sağladığı yetkilere rağmen, ekonomiyi dipten yukarıya taşıyamıyor. Ekonominin iç ve dış aktörlerinde eksilmeyen bir güvensizlik var. Bu, her ay yapılan tüketici ve sektörel güven endeksi anket verilerinden açıkça görünüyor.
2018’de yüzde 20 bandına sıçrayan tüketici enflasyonu ve yüzde 14’ü gören işsizlik oranı karşısında reel gelirleri azalan çalışan-işsiz, tüketici kesim, özellikle otomobil, beyaz eşya, mobilya gibi dayanıklı mallara talebini azaltmış durumda. AKP’nin yükseliş dönemi lokomotifi konut sektörü, satılamayan konut stoklarıyla ağır bir bunalımda. AKP’ye en yakın, organik bağı olan konut baronları, sürekli olarak stokların eritilmesi konusunda Saray’dan yardım istiyorlar.
Ekonomiyi canlandırmak için, enflasyonda kalıcı bir iyileşme uç vermeden Merkez Bankası Başkanı ve üst yönetimini değiştirerek Merkez Bankası’nın politika faizini 25 Temmuz’da 425 baz puan indirten Erdoğan yönetimi, düşük faiz ile kredi plasmanında üç kamu bankasını araç olarak kullanıyor. Kısa süre önce araç olarak kullanılmaktan sermayeleri eriyen kamu bankaları Hazine tarafından yeniden sermayelendirilmiş ve bu nedenle Hazine borçları biraz daha artmıştı. Aynı yolu kullanmaya güvenerek kamu bankaları zorlama bir tutumla faiz indirmeye, döviz fiyatlarını kontrole memur edilseler de bu sürece özel ve yabancı bankalar katılmayınca, süreç ilerlemiyor. Rejime de kamu dışında kalanlara “sopa göstermek” kalıyor.
Ekonominin kullandığı kredi hacmi daralma ile birlikte düştü. Kredi hacminin milli gelire oranı 2018 ortalarında yüzde 75 iken, türbülans, daralan ekonomi, kredi talebini düşürdü, bankalar dağıttıkları kredileri toparlamada güçlük gördükçe kredi musluklarını kıstı ve 2019 ortalarında kredi/milli gelir oranı yüzde 67’ye kadar geriledi.
Ancak, AKP yönetiminin ekonomiyi canlandırmak için bankalara kredi açma komutuna kamu bankaları mecburen uyup özel ve yabancı bankalar uymayınca, onları kredi açmaya, açmazlarsa belli yaptırımlar öngören bir uygulamaya gidildi. Merkez Bankası, mevduata uyguladığı zorunlu karşılıkların oranlarını ve bu karşılıklar için ödediği faizin oranını bankaların kredi artışlarını dikkate alacak şekilde farklılaştırdı. Kredi performansı yüksek bankadan (kamu) daha düşük zorunlu karşılık kesip ona da daha fazla faiz ödeyeceğini, tersini yapıp kredi hacmini büyütmeyenden (özel ve yabancı bankalar) ise daha çok zorunlu karşılık kesip daha az faiz ödeme biçiminde bir uygulamaya geçildiğini duyurdu.
Riski ve kârlılığı düşünmeden kredi açmaya neredeyse zorlayan bu uygulama, elbette özel ve yabancı bankaları tedirgin etti. Özellikle Türkiye bankacılık sistemindeki yabancı bankalar bu karardan ve benzeri yeni kararların gelmesinden kaygılılar.
Yabancı sermayeli bankaların kaygısı dikkate alınmak durumunda. Çünkü sermayelerinin yarısından çoğu yabancı uyruklu kişi veya kuruluşlara ait olan bu bankalar, Türkiye finans sisteminde başat bir yere sahipler.
Türkiye’ye girişleri 2000’li yıllarda hızlanan yabancı sermayeli bankaların bir kısmı var olan yerlileri satın alarak, bazıları da yeni kurulum yaparak büyümekte olan Türkiye ekonomisinin finans pazarından pay almak üzere faaliyete geçtiler.
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre Türkiye’deki 34 mevduat bankasının 21’ini yabancılar oluşturuyorlar. Yabancılar, sayıları 10 bin 335 olan şubelerin yüzde 27’sine sahipler. Yabancı sermayeli mevduat bankalarının bazıları bir ilâ üç şubeli iken (Citibank, Deutsche Bank, Rabobank, Chase, Societe Generale), bazıları geniş şube ağına sahipler. Örneğin Garanti BBVA’nın 930, QNB Finansbank’ın 530 şubesi var. Yabancı mevduat bankaları, mevduat bankalarında çalışanların yüzde 29’unu istihdam ediyorlar.
Bununla kalmıyor; bazı yerli-özel bankalarda da yabancı payı azınlıkta kalsa da var. Örneğin özel-yerli sınıfındaki Yapı Kredi Bankası’nın yüzde 40’ı İtalyan UniCredit’e ait. Türkiye Bankalar Birliği, her tür banka (yatırım bankası, İslami bankalar dahil) dikkate alındığında, banka sistemindeki toplam sermayenin yüzde 52’ye yakınının yabancılara ait olduğunu belirtiyor.
Bankacılık sisteminde gerek doğrudan mevduat bankası olarak gerek yerli bankaların ortağı olarak gerekse katılım ve yatırım bankaları kategorilerinde yer alan yabancıların, sistemde tuttukları yer önemli. Bunlara, “zorunlu karşılıklar” örneğinde olduğu gibi uygulanacak dayatmaların ters tepeceği söylenebilir. Hele ki tahsili gecikmiş alacaklar için kamu bankalarına verilen “batırılmasın, yüzdürülsün” komutunun, özel ve yabancı bankalara dayatılmasının, yabancıların Türkiye’deki faaliyetlerini gözden geçirmeye neden olması pek muhtemel.