Bir yandan istihdamı koruyucu önlemlere yer verilirken bir yandan da, hiçbir gerçekliği olmayan sanal 2009 bütçesi yenilenerek daha adil bir vergi ve harcama kurgusu yapılmalı.

16 Mart 2009, Pazartesi
Küresel kriz, Türkiye’nin de aralarında olduğu çevre-bağımlı ülkeleri sanayideki yumuşak karnından vurdu ve vurmaya devam edecek. Sanayideki kan kaybının önlemi alınmaz ise, eninde sonunda yangın bankalara da sıçrayacak ve o zaman tüm Türkiye, tüm sektörler yangın yerine dönecek. Bunun şakasının olmadığı, açıklanan her gösterge ile ortaya çıkıyor.

Sanayide en son açıklanan yüzde 21’i aşkın üretim düşüşünü anlamayanlara, önümüzdeki ay daha bir sert uyarı gelecek. İşsizlikteki tırmanışı anlamayanlara, bütçedeki devasa açık uyarısını yapacak.
Sanayideki yangının her geçen gün büyümesi, irili ufaklı bütün sektörleri içine çekecek. Özellikle dayanıklı tüketim malları ile ilgili sektördeki yangın alarm verici boyutta. Otomotiv, beyaz eşya, ev elektroniği sektörlerindeki daralma, Erdemir başta olmak üzere bu sektörlere girdi temin eden ana metal sanayisini de ciddi biçimde tehdit ediyor.
Bu sektörlerin özelliği, özellikle son yıllarda, yabancı kaynak girişi ile birlikte kapasitelerini ağırlıkla ihracata dönük kurmaları şeklinde gerçekleşti. Bir tür AB’nin dayanıklı ürün tedarikçisi olma rolü, hem dış karar odakları hem yerli karar vericiler tarafından benimsendi. Düşük kur politikasından yararlanarak hem yapılan dış borçlanmalar ile hem kapasiteler artırıldı, hem de yine düşük kur avantajı kullanılarak ithal girdi oranını artırma pahasına üretim kamçılandı, bol ve ucuz, uysal işgücü ile AB ağırlıklı tedarikçilik bu sektörlerin ana kimliğini oluşturdu. Öyle ki, bu sektörlerde ihracat, yani dış talep yüzde 60’ları aştı. Küresel kriz ile birlikte, dış talep azalmaya başlayınca bu sektörlerin rüzgarı da kesilmiş oldu.
Bu sektörlerde dış talebin belirleyiciliğini mercek altına alalım.
Otomobil
Daha 1995’te 234 bin dolayında olan üretim, AB ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasının rüzgarıyla hızla artırıldı ve 2004’te 447 bine çıkan üretim 2008’de bile 621 bini buldu. Düşük kur politikasının da etkisiyle kamçılanan ithalat da yıldan yıla arttı ve 1995’te 22 bin adet olan otomobil ithalatı 2004’te 311 bine kadar çıktı. 2008’de bile 207 bin otomobil ithal edildi. Böylece yerli üretimle beraber ithalat ortaya devasa bir arz çıkardı; 1995’te 255 bin otomobil pazara çıkarılırken 2008’de bu 828 bini buldu . Ancak, bu arz artışının esas rüzgarını ihracattan aldığı dikkatlerden kaçmadı. 1995’te toplam arzda ihracatın payı yüzde 13 iken 2000’li yıllarda yüzde 50’lerin üstüne çıktı ve 2008’de yüzde 63’ü aştı. Otomobilde dış talep, bu ölçüde bir belirleyicilik kazanmış durumda. 1. Resim

Beyaz Eşya
Tablo, beyaz eşya için de farklı değil; Beyaz eşyada da dış pazarın yeri ve önemi belirleyici durumda. Yılda 6-7 milyon adet üretilen buzdolabında ithalatın payı çok düşük. Pazara çıkan bu sayıdaki buzdolabının 2006-2008 döneminde yüzde 70’i ihraç edilmiş. Yani, ihracat sektörde dominant rolde.
Keza, yılda 4-5 milyon adeti bulan çamaşır makinasında da ithalatın payı çok düşük. Üretilen çamaşır makinalarının da yüzde 70’inin dış pazarlarda satıldığı anlaşılıyor.
Yılda 2 milyonu bulan bulaşık makinesı üretiminin yine yüzde 50’ye yakını dış pazarlara dönük. Yılda 3 milyona ulaşan fırın üretiminin de ihracata dönük satışlarının payı yüzde 80’e ulaşmış durumda. 2.Resim

Özet olarak, otomobilde ihracatın payı yüzde 63’ü, bulaşık makinesı, çamaşır makinası ,fırında yüzde 70-80’i, bulaşık makinasında yüzde 50’yi bulmuş durumda. Bu dış pazarların ağırlığını da AB oluşturuyor.
Küresel krizi ağır bir biçimde geçiren AB’de tüketici, bu ürünlere olan talebini kasmış,daraltmış durumda. Bu pazara alternatif olabilecek pazarlara yönelme seçeneği de pek umut verici değil. Çünkü, diğer AB dışı pazarlarda da kriz var ve talep daralmış durumda. Orta Doğu,Afrika pazarları hem küçük, alım gücü düşük pazarlar hem de oralarda başta Çin olmak üzere dibe doğru yarışla müthiş fiyat kıran, rekabet gücü Türkiye’yi geçen ülkelerin acımasız rekabeti var. AB’den kaybedilen pazarı buralardan telafi etmek zor. Dolar kurunda 1,70-1,80 TL rüzgarları bile ihracatı motive etmiyor.
Böyle bir iklimin 2009 için değişmeyeceğini IMF, Dünya Bankası dahil olmak üzere herkes teslim etti. 2010 ve sonrası için de umutlu konuşan az.. Özellikle yüksek istihdam, katma değer, vergi vb üreten bu sektörlerin, bu dış pazar kaybı karşısında ellerinde tek bir şey kalıyor; iç pazar…Orada neler yapılabilir?
Otomobil ve beyaz eşyanın iç pazardaki paylarını artırarak kriz kayıplarını biraz olsun telafi edebilmeleri, iç talebin canlılığına bağlı. Oysa, görünen o ki, iç pazarda, talep, bırakın küresel krizi, 2006’dan sonra azalmaya başlamış. Bunda, hem gelirin bölüşümünde bir iyileşme yaşanmamasının hem de hanehalklarının tüketici kredisi ve kredi kartı kullanma limitlerine yaklaşmış olmasının etkisi var. Bunlara şimdi bir de işini kaybederek mutlak gelir kaybına uğrama, yeni yoksullaşma dalgası eklenmiştir.

Gelir dağılımı iyileşmedi
2001 krizinde önemli bir yoksullaşma süreci yaşayan ücretli kesim, 2002-2007 döneminde yaşanana büyüme döneminde gelir kaybını telafi edemedi. Tersine, özel sektörde, ihracata dönük büyüme, düşük tutulan işçi ücretlerinin sağladığı rekabet gücüyle gerçekleşti. 3 milyona yaklaşan maaşlı kesimde de IMF buyruklu mali disiplin gelir iyileşmesine imkan tanımadı. Hızla daralan üretimiyle tarım kesimi de bu dönemde bozulan gelir dengelerini iyileştiremedi ve 2008 küresel krizine bütün bu kesimler düşük gelirlerle girdiler.

Banka borçlarında sınıra gelindi
Bugün iç talebi canlandıracak bir etken tüketici kredilerini çekici kılmak olabilirdi. Ama o noktada da alan dar. Hanelerin kullandıkları krediler ve kredi kartı borçları , toplam banka kredileri içinde yüzde 23 gibi bir büyüklüğe ulaşmış durumda.
Bu da yeni bir borçlanmaları kasıyor, iştah kesiyor. Çünkü bankaların tüketici kredisi ve kredi kartı alacakları hızla artıyor ve bu borçlarını ödemede güçlük çeken tüketici sayısı kabardıkça kabarıyor.
Merkez Bankası verilerine göre, 2008 sonunda toplamı 388 milyar YTL’yi bulan kredilerin yüzde 23’ü tüketici ailelerce kullanılmış. Bu, 89 milyar YTL’ye yakın bir kullanım demek. Aynı yılın sonunda bu kredilerden batık duruma düşen miktar, 4 milyar YTL’ye yakın. Aynı yılın batıktaki kredilerinin yüzde 31’i demek bu..
Yine TCMB verileri, kredi borcunu ve kart borcunu ödeyemeyen kişi sayısındaki artışın alarm verici boyutta olduğuna dikkat çekiyor. 2004’te borcunu ödeyemeyen sayısı 42 bin dolayında iken 2005’te 112, 2006’da 138 bine, 2007’de 208 bine çıkmışken 2008’de 687 bine yaklaşmış. Yani kriz yılında yüzde 231 artmış. Böylece, alt alta toplandığında borcunu ödeyemeyen tüketici sayısının 2008 sonunda 1 milyon 326 bine ulaştığını görüyoruz.
Faizler hızla düşürüldüğü halde, tüketicinin iştahı kesik. Yeni kredide isteksiz. Daha çok, borcu borçla kapatmak şeklinde borçlanıyor. İşini kaybetme korkusu olanlar daha da yoğurdu üfleyerek yiyorlar. Bankalar da, artan batık kredi oranını ve ödeme güçlüğü çeken sayısındaki artışı dikkate alarak daha ihtiyatla kredi veriyorlar.
Özetle, ekonomideki daralma arttıkça, işsiz sayısı çoğaldıkça, hem tüketici cephesinin hem bankaların, kredi alışverişinde ne tat var, ne iştah…
İç talep için adil bütçe
İç talebin canlandırılması için, öncelikle, işi olanların işlerini koruyacak istihdamı koruyacak önlemlere ihtiyaç var. İşini kaybetme korkusu ile yatıp uyananları hiçbir vergi indirimi harcamaya ikna edemez. Bir yandan istihdamı koruyucu önlemlere yer verilirken bir yandan da, hiçbir gerçekliği olmayan sanal 2009 bütçesi yenilenerek daha adil bir vergi ve harcama kurgusu yapılmalıdır.
Türkiye, Meksika ile birlikte OECD ülkeleri içinde en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkedir. Nüfusun yüzde 80’i hala “orta ve alt gelir grubu” tanımı altındadır. Yeşil kartlı,yani geliri asgari ücretin üçte birinden az olanların sayısı 10 milyonu bulurken 4 milyon nüfusun hiçbir sosyal güvencesi yoktur. Memurların yüzde 80’inin net maaşı 1200 TL’nin altında kalırken, 3 milyon resmi işsiz, 3 milyon da “sayılmayan işsiz” vardır. Gelirin bu kadar kötü dağıtıldığı bir toplumda, bütçe üstünden bazı müdahaleler yapılmadıkça, iç talep harekete geçirilemez.
Bunun yolu da, öncelikle çalışanların vergi yükünü azaltacak vergisel düzenlemelere gitmek olmalı, memurların,emeklilerin maaşlarında reel artışlar gerçekleştirilmeli, bunun için gerekli kaynaklar ise , vergi olarak , toplumun en üst gelir grubunda yer alan yüzde 5’lik nüfustan (ki bunlar gelir pastasından yüzde 30 pay almaktadırlar) sağlanmalıdır. Bu kesimden alınacak servet vergisinin yanı sıra, gayrimenkul gelirleri, beyan ettikleri öteki gelirleri denetlenmeli, rant gelirleri vergilendirilmeli.
Bütçenin harcama ayağında da, savunma ve emniyet bütçelerinden , lüks bürokratik harcamalardan tasarrufa gidilerek “hanehalkı transferi” kalemleri artırılmalı; Yeşil kartlı ailelerin annelerine bütçeden yarım net asgari ücretlik maaş bağlanmalıdır. Tarıma, esnafa dönük transfer harcamaları artırılmalıdır.
Bütün bunlar, iç talebi canlandıracak etkiler yaratır ve 70 milyonluk bir iç pazar, kayıp dış pazarları bir nebze telafi edebilir.
Bunların yerine, seçmenin gözünü boyamak için büyük şamatalarla ilan edilecek ÖTV indirimleri, seçmene ufak tefek harçlık kabilinden rüşvetler ve dahası IMF’e mali disiplin uygulatma şansı tanıyacak yeni stand-by anlaşmaları, hem Türkiye’nin sanayi birikimini çökertecek , hem çok ciddi yoksullaşmalar ve işsizlikler üretecek, buradan da daha kaotik, gergin, çatışmalara boğulmuş bir Türkiye tablosu çıkacaktır. (MS/EÜ)

Written by Mustafa Sönmez