Serpil İLGÜN

Demokratik özerklik kavramı, Kürt siyaseti tarafından ilk kez iki binli yılların ortalarında önerildi. Aradan geçen zaman, “ülkeyi bölme projesi” şeklindeki milliyetçi refleksleri bertaraf ettiremedi belki ama irili ufaklı onlarca çalıştay, sempozyum, konferans düzenlenerek, kavramın altı doldurulmaya, Türkiye’de nasıl hayata geçirileceği gibi onlarca soruya yanıt bulunmaya çalışıldı. Konuyla ilgili açıklamalar, kışkırtıcı üsluplarla gazete manşetlerine çekildi.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gültan Kışanak’ın, yaşadıkları sıkıntıları anlatırken kullandığı “petrolden pay istiyoruz” sözleri, işte o manşetlerden birinin konusu yapıldı. Demokratik özerklik, bir kere daha en “ayrıştırıcı” yerden, ülke gündemine girmiş oldu.
Kürt siyaseti tarafından Türkiye’nin demokratikleşmesini, dolayısıyla Kürt sorununun çözümünü esas alan bir proje olarak sunulan demokratik özerklik nedir? Nasıl uygulanacak? Özerk bölgeler neye göre tespit edilecek? “Petrolden pay istemek” mümkün mü? Gelirler nasıl bölüşülecek? Özerklik sadece bir bölgede hayata geçirilebilir mi? Dünyadaki uygulamalar nasıl?
“Demokratik Özerklik ve Kürt Sorunu” adlı kitabı 2012’de yayınlanan iktisatçı-yazar Mustafa Sönmez’le konuştuk.


Demokratik özerklik kavramıyla yeni tanışmıyoruz ama ne getirir, nasıl uygulanır gibi sorular kafamızda tam olarak yanıtlarını bulmuş değil. Bu nedenle önce, nedir demokratik özerklik?
Demokratik özerkliğin özü şu; merkezde yoğunlaşmış olan söz ve karar hakkını yerellere devretmek. Bunun her ülkenin somut koşulları içerisinde farklı biçimleri olabilir. Çünkü her ülkenin kapitalizmdeki gelişmişlik-gelişmemişlik durumu, etnik ya da dinsel çeşitlilik gibi daha ön plana çıkan yanları olabilir. Bu farklılıklar, nasıl bir yönetim, nasıl bir merkezden yerele yetki devri sorunlarını gündeme getirebilir ama özü budur. Özerklik, bazı ülkelerde eyalet adını alıyor, bazı ülkelerde kanton adını alıyor, bize en yakın olan İspanya’da özerk bölge adını alıyor. Dolayısıyla, demokratik özerkliği tek bir şablona indirgemek ve herhangi bir ülkeyi model alıp, onu uygulamaya kalkmak doğru değil.

Modellere geçmeden, demokratik özerklik Türkiye’ye ne kazandıracak? “Artık Türkiye merkezden yönetilemez” diyorsunuz. Neden yönetilemez?
Demokratik özerklik gereklidir. Merkezin bu kadar güçlü olması, demokrasinin hayrına değildir. Bir ülke demokratikleşmeyi istiyorsa, merkezden yerele doğru yetki ve sorumluluğu vermek durumunda. Nitekim bir burjuva demokrasisi olma iddiasındaki Avrupa Birliği (AB), çok önem veriyor merkezden yerele doğru yetki ve sorumlulukların dağıtılmasına. Şunun da farkında, bu bir siyasi istikrar da getiriyor.

Merkezin sorumluluklarının yerele dağıtılması nasıl bir istikrar sağlıyor?
Çünkü, aşırı merkezi olduğu takdirde temsil edilmeyen bir dizi kesimler (etnik, dinsel, cinsel vs.), yerele söz-karar hakkı tanındığı takdirde, en azından yerelde kendisini temsil imkanını buluyor ve bu sisteme bir istikrar sağlıyor. O yüzden Yerel Yönetim Özerklik Şartı diye bir şartı var bütün üyelere ve aday üyelere önerdiği. Türkiye’nin de belli çekincelerle “evet” dediği…

Özerklik tartışmalarında sıklıkla atıf yapılan, Türkiye’nin 92’de imzaladığı, 2005’te kısmi uygulamalara başladığı Avrupa Konseyi Bölgesel Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çekince konulan maddeleri, tam da yerelin sorumluluklarını arttıran maddeler. Ama çekince konmamış hali bile olsa, demokratik özerkliğe karşılık gelir mi?
Gelmez. Demokratik özerklik, anayasa değişikliği gerektiriyor. Anayasada, örneğin “milli güvenlik, dış politika gibi konular merkezden idare edilir ama şu tür şeyler de yerele bırakılır” şeklinde maddeler yer alması gerekiyor. Artı, vergiler nasıl toplanacak, nasıl dağıtılacak? Bunlara dair anayasada bilgi olması gerekiyor. Bölgelerin statülerinin olması gerekiyor. Ayrıca, her bölge nasıl şekillenecek, kendisini nasıl yönetecek? Kendi iç anayasasını yapıp, onaylatması gerekiyor.

Yani bir yere okul yapılıp yapılmamasından tutalım, Çamlıca tepesine caminin kondurulmasına, meydanların nasıl düzenleneceğine kadar her şeye Ankara’nın hatta Başbakan’ın karar verdiği bir sistemin yıkılmasından söz ediyoruz. Ve kilit kavram kendini yönetme…
Evet. Bence demokratik özerklik projesi gerçekten sağlıklı, ilerletici, zihin açıcı bir projedir. Bütün siyasetleri, sosyal demokratlarından tutun, sosyalistlere kadar yakınlaştıracak bir fikirdir demokrasi anlamında ve hayata geçirildiğinde Türkiye’ye çağ atlatır. Dolayısıyla bu bana göre CHP’nin de, HDP’nin de çok rahat programına girebilecek, üzerinde çalışılabilecek bir idari reform. Çünkü demokrasi, kitlelerin söz ve karar sahibi olmasıdır. Dört beş yılda bir sandığa gidip oy atmak değildir. Yerelde kendi yaşadıklarıyla ilgili söz söylemesi, karar alması, süreçlere katılması, sonuçlarını denetlemesidir. Mevcut ilişkiler ağı içinde bunu yapamıyoruz. Hâlbuki halk meclisleri, mahalle meclisleri, bölge meclisleri, belediye meclisleri üzerinden süreçlere katıldığı sürece esas o zaman doğrudan demokrasiden söz edebiliriz.
Buna Karadeniz’in de, Ege’nin de, İstanbul’un da ihtiyacı var. Her tür etnik mülahazadan, Kürt sorunundan, Alevi sorunundan vs.den bağımsız olarak Türkiye’nin merkezden yerele doğru yeni baştan bir idari yapılanmaya ihtiyacı var. Tekrar yeni bir idari haritayla, 81 ili 25-26 bölge altında toplamak, sonra bu bölgelerin yetki ve sorumluluklarının ne olacağına dair anayasada tadilat yapmak, ondan sonra bunun nasıl icra edileceğine dair bölgelerde yeni yönetimlere gitmek.


ASIL TALEP PETROL DEĞİL VERGİ OLMALIDIR

Gültan Kışanak’ın, “petrolden pay istiyoruz” sözleri milliyetçi reflekslerle karşılandı ve “Kürtler ülkeyi bölmek istiyor” tezine dayanak yapıldı. Özerklik, kaynakların kullanımı konusunda nasıl işleyecek? Diyarbakır’da çıkan petrolün ya da örneğin Zonguldak’taki taş kömürlerinin geliri nasıl bölüşülecek?
Kışanak’ın önermesi bence bir tartışma açma açısından önemliydi, doğruydu. Ama işlevsellik açısından yetersiz ve yersiz bir öneriydi.

Neden?
Çünkü petrolden, kömürden, bakırdan yani yeraltı ve yerüstü kaynaklarından alınan ve bütçeye “devlet payı” olarak giren gelirin miktarı, Türkiye’nin genel merkezi bütçesinin yüzde 1’i. Yani çok öyle talep edilecek bir para değil. Türkiye’nin esas gelirleri vergilerdir. Talep edilmesi gereken, yerel yönetimlerin, hatta bölgelerin vergiden daha çok pay almaları. Çünkü bu vergilerin ancak yüzde 10’u yerel yönetimlere kullandırılıyor. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler daha avantajlıyken, Güneydoğu’daki belediyeler daha zor durumdalar. Dolayısıyla eğer maddi olarak daha iyi imkânlar istiyorsanız, devlet payıyla filan uğraşmayacaksınız, doğrudan doğruya vergilerden pozitif ayırımcılık isteyerek, “vergiden bizim bölgemize daha farklı bir kat sayı uygulayıp, kaynak verin” demektir doğru olan.

Yani vergide pozitif ayırımcılık uygulanmazsa, bölgesel eşitsizlik özerklik sisteminde de değişmeyecek?
Değişmeyecek. Ayrıca, hiç yeraltı, yerüstü kaynağı olmayan, dolayısıyla devlet payı alma imkânı olmayan iller ne olacak? Bir de öyle bir şey var. Dolayısıyla bu işlevsel değil.
Aslında bu sadece Güneydoğu için değil, Doğu Anadolu için de, hatta Kütahya, Uşak gibi iç Ege için de geçerli bir argümandır. Çünkü geliri bölgeler açısından adilleştirmenin yolu budur.


‘ÖZERKLİK FİİLEN YAPILACAK BİR ŞEY DEĞİL’

AKP, Büyükşehir Kanunu ile yerinden yönetimi getirdiğini, yerel yönetimleri güçlendirerek, yetki ve sorumluluklarını artırdığını söylüyor. Öyle midir?
Yüzde on kaynak kullanımıyla nasıl bir yerinden yönetim söz konusu olacak? Ayrıca da yetkileri filan yok. Yerelde belki bir dizi kültürel talebi karşılarsınız, ama bunun içinde anadilin, örneğin Kürtçenin eğitimi de var. Bunları hangi kaynakla yapacaksınız ve her şeyden önce hangi yetkiyle? Bir yandan anayasada milli tedrisat vs. yazacak, bir taraftan siz eğitime müdahale edeceksiniz. En fazla özel okul açarsınız. Bunlar da hiç akılcı işler değil. Dolayısıyla, “mevcut yapıyı zorlayarak ne yapabiliriz”e filan ihtiyacımız yok, bu fikri mutlaka güçlü bir şekilde tartışmamız lazım. Kürt illerinde buna dönük partileşmeyi vs. de doğru bulmuyorum. Demokratik özerklik meselesi ve bunun araçları, yapıları bütün Türkiye için geçerli olmalı. Etnik optikten bakan bir yapılanma ve bölgeleşme doğru değil.

Bunu Kürt siyasetinden gelen, “diğer bölgeler kabul etmese de demokratik özerkliği uygulayacağız. Hatta hayata geçirmeye başladık” şeklindeki açıklamalar için mi söylüyorsunuz? Ve özerklik, “Ankara’ya rağmen” hayata geçirilebilir mi?
Demokratik özerklik, fiilen yapılacak bir şey değil. Her şeyden önce maddi olarak ayağınıza dolanır, bir. İki, fiilen devlet kurumları o bölgede çalıştığı için diploma, işlemlerin geçerliliği vs. gibi şeyler ayağınıza dolanır. Siz farklı bir diploma üretebilirsiniz, olabilir ama o diplomayı dikkate almazlar. Bu, insanların ister Kürt, ister Süryani, ister Arap, etnik mağduriyetten kaynaklanan sorunlarına çözüm düşünülmeyeceği anlamına gelmiyor. Tabii ki düşünülecek. Bu, her bölgenin kendi içinde üreteceği formülasyonlar ile olacaktır, oradan ilerleyecektir. Ama etnik mağduriyet ve taleplerle bir bölge tanımı yapılamaz. Doğru olmaz, işlevsel de olmaz.


DEMOKRATİK BİR ORKESTRASYON ŞART

İspanya’nın Türkiye’ye en yakın örnek olduğunu söylediniz. Rojava da yakın değil mi?
Rojava’yı çok fazla bilmiyorum. Henüz oluşum halinde. Fiili bir işleyiş şu anda söz konusu. Suriye anayasasına filan girmiş değil. Bir de Rojava sonuç olarak çok lokal oluşum ve nüfus olarak da kendi özgünlükleri olan bir yer. Ama İspanya, üzerinde konuşulmaya değer bir pratik.

Meseleye etnik mağduriyet ve taleplerle yaklaşmamak gerekiyor dediniz ama İspanya da 35 yıl önce etnik mülahazalarla yola çıkmamış mıydı?
Tabii, başlangıçta etnik sıkıntılarla hadise gündeme geldi. Üç farklı kesimin, Basklıların, Katalanların ve Galiçyalıların talepleri söz konusuydu. Şunu da vurgulamak lazım, hem Bask ülkesi, hem Katolonya, İspanya’nın en zengin bölgeleri. Dolayısıyla az gelişmişlik, ekonomik mağduriyet filan söz konusu değil. Daha çok kimliklerle ilgili bir beklentileri vardı. İspanya, bunlara karşılık vermek üzere bir anayasa değişikliği yaptı ve sadece üç bölge değil, 17 özerk bölge, bazı özerk şehirler gibi yapılanmalara soktu. Ve nelerin yerelden, nelerin merkezden yönetileceğini anayasada iyice tarif etti.

Birkaç örnek verir misiniz, İspanya’da neler merkezden, neler yerelden? Mesela gelirler nasıl dağıtılıyor?

Bölgeler kendi ürettikleri vergilerin bir kısmını kendilerine alıkoyuyorlar. Ama orada çok dikkatliler. Çünkü tamamen bölgelere bıraksa, Katalonya ve Bask bölgesi en zengin bölgeler olarak vergi gelirlerinin hepsini kuruturlar. Dolayısıyla gelir siyasetinde sosyal devlet gibi davranmaya dikkat ediyor. Eğitim konusunu epeyce bölgelere bırakıyorlar. Savunmada bölgelerin kendi inisiyatifleri söz konusu. Ne üreteceğiz, nasıl üreteceğiz konusunda epey bir söz hakları var. Ama bunlar Madrid’in hep bilgisi dâhilinde olan şeyler.

Yani tüm işler merkezi yapıyla istişare halinde yürütülüyor?
Kuşkusuz. Bizim de demokratik özerkliğimiz olacaksa, mutlaka bir merkezi planımızın, yeni baştan bir devlet planlama teşkilatımızın olması gerekiyor. Ne üreteceğiz, nasıl bir sanayileşme stratejimiz olacak, nasıl bir kalkınma planımız olacak? Yani ne olursa olsun, bir orkestrasyon olmadan, sıhhatli sonuçlar almak da, bölgesel adaleti tesis etmek de mümkün değil. Ama bu orkestranın da demokratik oluşması gerekiyor.
Şunu da unutmamak lazım; neo liberalizm zaman zaman buna yakın şeyler söyler. Yani sosyalistlerin dillerini alır kullanır, “evet” der, “ben de merkezden yerele doğru yetkilerin devredilmesinden yanayım, bölgeler birbirleriyle yarışsın, oradan verimlilik çıkar” der. Ondan sonra da bölgeleri birbirine kırdırmaya başlar. Sosyalistlerin bu tehlikenin farkında olması lazım. Bunun da farkında olmanın yolu demokratik bir merkezi planlamadır.


KİMSE TÜRKİYE’NİN DİĞER TARAFINI ÇORAKLAŞTIRIP GÜNEYDOĞU’YA BAĞLIK BAHÇELİK BİR İKLİM SUNMAZ

Malumunuz, liberal, demokrat, sol çevrelerde, ‘Batıya sopa, Doğuya karanfil’ şeklinde özetlenebilecek AKP-Kürt hareketi ilişkisi sorgulaması son dönemde daha da yoğunluk kazandı. İstanbul’da 1 Mayıs yasaklanırken, Diyarbakır’da Newroz’a müdahale edilmediği hatırlatılıyor. ‘Kürt siyasetinin özerkliği elde etmek uğruna, ülkenin geri kalanında faşizm uygulanmasına rıza göstereceği’ analizleri yapılıyor. BDP Yerel Yönetimlerden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Demir Çelik’in, ‘eyalete, federasyona, bölgesel demokratik özerkliğe oturacaksa başkanlık sistemi kabulümüzdür’ sözleri de eleştirildi. Bu yaklaşımı ve Çelik’in sözlerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence çok erken söylenmiş sözler. Kürt siyasetinde ne yazık ki şöyle eğilimler var, “bize yarasın da ne olursa olsun.. Türkiye’nin demokratikleşmesine yeterince hassasiyet göstermeyip, kendi hedeflerini ön planda tutabiliyor, buna dönük ittifaklar içinde bulunabiliyor ve bundan dolayı da çok ciddi eleştiriler alıyor. “Eyaletlere vs. hizmet edecekse başkanlık olabilir” demek bana doğru gelmiyor. O başkanlık nasıl yetkilere sahip olacak? Size şekli olarak federasyon verebilir ama içi boş şeyler verebilir, bütün yetki ve sorumlulukları kendisinde toplar. Ayrıca siz bölge elde edeceğim diye Türkiye’nin bütününü gözden çıkaramazsınız. Türkiye demokratikleşmedikçe, Türkiye’de daha demokratik bir yapılaşma söz konusu olmadıkça, Güneydoğu’da hiç olmaz. Yani kimse Türkiye’nin diğer tarafını çoraklaştırıp, Güneydoğu’da bağlık bahçelik bir iklim sunmaz.
Daha Türkiyeli bir HDP ve BDP arayışı, Türkiye’deki sol ve demokratik güçlerle daha çok dayanışma ve Türkiye genelinde bir demokrasi rüzgarı estirerek Kürtlerin özgürlük programını da bu bütün içinde icra etme siyaseti güdüldüyse, bu doğrudur. Geç de olsa doğruya ulaşmadır.


ÖZERK KÜRDİSTAN, TÜRKİYELİ SİYASET İDDİASINI SABOTE EDİYOR

‘Etnik optikten bakan bir yapılanma ve bölgeleşme doğru değil’ diyorsunuz. Hangi kaygıyla bunu söylüyorsunuz?
Bölgede etnik odaklı bir farklı söylem, dil aktivite içine girmek kafaları karıştırır. Mesela Demir Çelik’in açıklamalarına baktığınızda “özerk Kürdistan” diyor. Özerk Kürdistan olmaz. Kürdistan dediğiniz zaman orda bir coğrafya tarif ediyorsunuz, o zaman o illerin hangisi olduğunun da adını koyacaksınız. O illerin adını nasıl koydunuz, neye göre koydunuz? Kürtler var orda diye koyabilir misiniz? Kürtler, hepimiz biliyoruz ki bu coğrafyanın her yerinde varlar, 3 milyon İstanbul’da var vs. Bu realiteden dolayı zaten bağımsız bir Kürt devleti kurmanın doğru bir fikir olmadığı noktasına gelmedi mi PKK. Hala “bu bölge Kürdistan’dır” vs. gibi bir tarif yaptığınızda, bir kere bu bir Türkiyeli siyaseti olma iddiasını sabote ediyor. Yani insanların dönüp demokratik özerklik esaslı bir Türkiye fikrine yaklaştığı bir sırada, siz “özerk Kürdistan” dediğiniz zaman, “bakın siz ayrımcılık yapıyorsunuz, yine Kürt milliyetçiliği yapıyorsunuz” diye bu hemen sabote ediyor ana fikri. Yani Kürtlerin özgürlük mücadelesini bölgeyle ifade etmeye gerek yok.

Dolayısıyla böyle ifadelerden arındırıldığında, Türkiye toplumunun demokratik özerklik fikrine kazanılması daha mı kolay olacak?
Kesinlikle. Ben kendi pratiğimden biliyorum. Ne zaman demokratik özerklikle ilgili bir tartışma içine girsem, bırakın sıradan insanları, çok toplantıda bilim insanlarının hemen gard aldığına şahit oldum ve her defasında bunun etnik mülahazadan son derece bağımsız bir proje olarak alınması gerektiğini ve daha akılcı düşünen Kürt siyasetçilerinin de böyle baktıklarını ısrarla belirtmek durumunda kalıyorum. Ki bunu yapmak gerekiyor. Yani demokratik özerkliği Kürt meselesine çözümün ana kilidi olarak takdim etmeye gerek yok. Kürt özgürlük mücadelesi koskocaman bir demokratikleşme kataloğunun önemli bir fasikülüdür. Ama başka fasiküller de vardır. Bunların hepsi için mücadele verilmesi gerekir. Kürt özgürlük mücadelesi de buna yedirilmiş olarak ve bütün Türkiye genelinde üstelik Kürt diye ifade etmeye de gerek yok. Bütün kimlikler, kadın kimliği, Alevi kimliği, Kürt kimliği, Süryani kimliği, yani genel başlığın altında bunu konuşup, yeri geldiğinde belki detaylandırmak. Bu işin hayat bulmasını,  pratikte ilerlemesini istiyorsak, bu dile bence çok dikkat etmek lazım.


BU KADAR MIZRAĞI HANGİ ÇUVALA SIĞDIRACAKLAR?

Yolsuzluklar ile ilgili fezlekeler eğer son dakika değişikliği olmazsa, bugün mecliste görüşülecek. Ama bu pek ilgi görmüyor gibi. Sizce, yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun önemli ayaklarından biri olan TOKİ yolsuzluğu dosyasının ‘delil yok’  gerekçesiyle kapatılması, fezlekelerin de bir şekilde sümen altı edileceği yargısını kuvvetlendirmiş mi oldu?
Tek tek görüşülmesi gerekirken, fezlekelerin dördünü aynı başlıkta toplaması, bir toptancı savsaklama hevesi ve niyeti olduğunu gösteriyor zaten. TOKİ eski başkanı Erdoğan Bayraktar’ın odağında olduğu dosyanın güdümlü yargıca kapatılması tam bir skandal. Ortada tapeler var. Ağaoğlu, “patronla hallettim, TÜGEV’e arsa bağışladım” diyor. Zorlu için Bayraktar ne kadar usulsüz iş yapıldığını yakınarak söylüyor. Dahası NTV’de Başbakan’ı istifaya çağırdı. Bu kadar mızrağı hangi çuvala sığdıracaklar? Ne olursa olsun o kürsüye fezlekelerin gelmesi önemli. Elbette göz boyamak isteyecekler. “Görüştük bir şey çıkmadı” deyip yasak savacaklar. Ancak direnilmeli, sürekli gündemde tutulmalı. O tapelerde sadece bakanlar değil, Başbakan ve oğluna isnat edilen suçlar da var. Onların hiçbiri henüz yargıya intikal etmedi. Bunları unutturmamak lazım… Unutturmamak için de yenileri geliyor. Bakın BMC firmasının ihalesi yapıldı. Tek kişi giriyor ihaleye. Kimdir o? Ethem Sancak. Akşam gazetesini ve Sky Türk grubunu almış olan Sancak, AKP’nin en kilit adamlarından biri. Kakara kikiri, gayet laubali bir ihale yapıldı ve Sancak’a verildi. Tayyip Erdoğan’ın onayı olmadan o ihale olur mu? Ve tek kişilik bir ihale olur mu? Çarkları işliyor. Bunu herkesin de gözünün içine sokuyorlar. Bunu teşhir etmek lazım!


SOKAK KENDİSİNİ YİNE İSPATLAMIŞTIR, BOYUN EĞMEMİŞTİR

Başbakan’ın Taksim yasağını ve iktidar yanlısı yorumcuların, ‘sendikacıların Taksim çağrısı destek bulmadı, Gezi ruhu ölmüştür’ vs. yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
1 Mayıs tamamen Başbakan’ın prodüksiyonu. Türkiye’deki 250 bin polisin 50 bininin bu işe yığılmasını, Tayyip Erdoğan’ın Taksim ve Gezi korkusu diye okumak lazım. Tayyip Erdoğan, parlamento muhalefetinden ziyade, sokak muhalefetinden korkuyor ve esas kendisini yıpratanın bu olduğunu görüyor. Dolayısıyla sokaktan gelen her tür basınca karşı çok daha duyarlı ve sokak basıncının aslında parlamentoyu da harekete geçirdiğini görüyor. Yani 1 Mayıs günü CHP’nin belki tarihinde olmadık ölçüde Beşiktaş’ta direnmesi, tek tek CHP milletvekillerinin polisle çatışmaları işte bir sokak muhalefetinin sonucudur aslında. Bence sokak kendisini yine ispatlamıştır, boyun eğmemiştir. Erdoğan’ın gösterdiği yere gitmemiştir, “Taksim” diye direnmiştir ve gayet de tarihe geçecek, anlı şanlı mücadele sergilemiştir. Katılım meselesi çok tali bir meseledir. İnsanlar karşı yakadan gelemediler, evlerinden çıkamadılar, hala sokaklar caddeler bariyer dolu. Nasıl bir korku içinde oldukları çok ortada. Tayyip Erdoğan, sokak muhalefetinden ve bagajından korkuyor. Bagajı cesetlerle dolu. Bunu en fazla sorgulayacak olan sokak olacak. Dolayısıyla bu uykularını kaçırıyor ve bu hep olacak.

Başbakan, cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler sürecini de baskıyı arttırarak mı yürütecek?

Evet. Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde de yine sokakla karşı karşıya gelmekten ödü kopacak. Aynı tutumu izleyecek ama bunların hiçbiri yüz yüze olduğu hukuksuzluğu, yargı kaçkını olduğunu önlemiyor. Bunlar bagajında duruyor. Yargı önüne çıkmadıkça, bütün bu hukuksuzlukların hesabını vermedikçe Tayyip Erdoğan ne içerde, ne dışarıda itibar görmeyecek. Dışarıda kaybettiği itibar her geçen gün artıyor. Yani Almanya Cumhurbaşkanı geliyor, ona ettiği laflar birden Avrupa’da yankılanıyor. İşte en son Freedom House basın özgürlüğünde Türkiye’yi küme düşürerek, kara listelere aldı. Bunlarla Türkiye gibi bir ülke baş edemez.

ERDOĞAN DIŞ DÜNYAYI FAZLA DERT ETMİYOR

Başbakan’ın seçimlere ayarlı olarak önümüzdeki günlerde Alevilere statü, Ruhban okulunun açılması, İsrail’le normalleşme, liberallerle buluşma gibi ‘şaşırtıcı açılımlar’da bulunacağı söyleniyor. Sizce bu hamleler, yönetmeyi sürdürebilmek ve dış baskıları azaltmak için mi?
Tayyip Erdoğan’ın her tür adımını içeriye dönük olarak okuyun. Dışarı talidir.

Buna Ermeni halkına taziye de dâhil mi?
Dâhil. Dışarıya sadece bir vitrin düzme var. Ama Erdoğan’ın çok kırılmış, dökülmüş, dağılmış bir vitrini var. Bunu kolay kolay kozmetik adımlarla telafi edemez. İçerde Alevilerin oyuna heves ediyor ama sonra da kalkıp “ateist Aleviler” gibi laflar ediyor. Keza, Kürtlerle ilgili bence son derece samimiyetsiz bir sürecin içinde. Bütün hesapları iç kamuoyuna, içerdeki seçmene ve oya, tahvile dönüktür. Dış dünyayı fazla dert etmiyor. İçerden onay ve destek gördükçe, dışarının bunu kabullenmek durumunda kalacağını hesap ediyor. Ve içerden aldığı her oy, onun için bir canlı kalkan işlevi görmekte. Dolayısıyla bunu her şeyin önünde tutuyor.


(Fotoğraflar: Burak Karakurt)

www.evrensel.net

Written by Mustafa Sönmez