Cumhurbaşkanlığı yarışına RTE ve CHP-MHP ortak adayı olarak Ekmelettin İhsanoğlu’nun yanında HDP’nin adayı olarak Selahattin Demirtaş’ın çıkması, yarışa farklı bir boyut kattı. Kamuoyu, iyi-kötü, ne söyledikleri ve söyleyeceklerini az çok kestirdikleri iki adayın dışında, fırsat tanındıkça,  bir üçüncü adayın söyledikerini de dinleme olanağı buluyorlar.

“Üçüncü” aday Demirtaş’ın Kürt siyasi hareketinin lider kadrosundan biri olması, kimilerince CB’na aday olmuş bir “Kürtçü”nün söyleyebileceklerinden öte birşey değildir. Ancak, “ayrılıkçı-bölücü” olarak nitelenen bir hareketin Cumhurun başkanlığına, yani ülke bütünlüğünü kabullenmek demek olan Türkiye Cumhuriyet’inin tepe sorumluluğuna talip olması, kendi başına ezber bozucu oldu.

Köşk için “Üçüncü aday”ın, hem de Kürt siyasi hareketinden çıkmasını, taktik bir hamle,  takiyye sayanlar olabilir, “Bu platformu sadece kullanıyorlar, sonunda bir ayrılıkçı hareket gibi davranacaklardır”,  diyenler var, hatta sayıca da çoklar… Ama bu platformda aday olarak kürsüde halka söylenmiş sözler, açıklamalar önemlidir; kayıtlara geçer ve bağlayıcıdır. O nedenle, Demirtaş’ın bu seçimde alacağı oy oranından çok, kürsüde söyledikleri daha önemli ve anlamlıdır.

Demokratik özerklik…

“Üçüncü aday” olarak Demirtaş’ın kürsüden, fırsat verildiği ölçüde TV mikrofonlarından ve gazete sayfalarından halka ilettikleri, İhsanoğlu’nun eleştiri ve önermeleriyle yer yer çakışsa da, onda olmayan başka şeyleri de içeriyor. AKP rejiminin hukuk tanımazlığı, despotluğu, içeride ve dışarıda toplumu kutuplaştıran, yoksullaştıran, ötekileştiren icraatını iki aday da dile getiriyor kendi meşreplerine uygun olarak…Demirtaş, bunlardan farklı olarak farklı bir Türkiye yönetim modelini de dile getiriyor: Demokratik özerklik

Kamuoyuna daha çok Kürt siyasi hareketinin bir projesi olarak takdim edilen demokratik özerklik, özünde bir “devrim” önerisi değil, bir “reform”. Yani uygulandığında, yaşadığımız rejimdeki mülk ilişkilerini, sınıf ilişkilerini kökten değiştirecek bir uygulama değil;  üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği’nin birçok ülkesinde uygulanan bir model. Tek bir şablonu olmayan, her ülkenin kendi kimyasına uygun olarak şekillenen bir yapılanma…Ana prensibi, “merkez”de birikmiş, o anlamda toplumdan çekilip alınmış yetki ve sorumlulukları, merkezden “yerel” yapılara aktarmak, merkez ile yerel arasında daha dengeli, daha demokratik ve söz söyleme konusunda daha adil bir yapısal dönüşümü gerçekleştirmek…

Neden gerekli?

Bunun özellikle Türkiye için ne kadar gerekli hale geldiğini AKP rejiminin acı bilançosundan görmek gerekiyor. AKP, iktidar oluşundan itibaren yasama ve yürütmede sağladığı hakimiyete, yargıyı da eklemenin peşinde oldu. Kendi kontrolünün dışında kalacağı ve ayak bağı olacağı endişesiyle ordu, ünivesite, kamu medyası….ne varsa hepsini kendisine bağımlı hale getirdi, komploları da içeren bir dizi operasyonla, tasfiyelere gitti. Sayıştay’ı işlemez hale getirip bütçeyi denetim dışına çıkardı.

Yerel yönetimlere önem veriyormuş gibi yapıp onları iyice güdükleştirdi. Kamu harcamalarının yüzde 10’unu ancak kullanabilen bir yerel yönetim yapısı var Türkiye’nin. Yetmezmiş gibi, büyük kent rantlarını sorunsuz kullanmak ve kişisel tasarruflara geçirmek için, belediyelerin imar yetkilerini merkezde kurduğu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devretti. RTE’nin böyle otoriter bir yapılanmaya tüy dikecek nihai hedefi,  Köşk’e çıkması halinde Başkanlık sistemine geçerek otoriterliği perçinlemek…

Model?

Türkiye, çok kimlikli, çok kültürlü ve nüfusu 77 milyona ulaşan, eşitsizlikleri her anlamda büyük bir ülke. 81 il biçiminde yönetilen ülkenin her coğrafyasının biri diğerini ilgilendirmeyecek farklı sorunları var. Bunların tümüne merkezden Ankara’dan karar vermek, akıl kârı değil. Bu illerin sorunlarını aynı şablonlar içinde çözüyormuş gibi yapmak zaman kaybı. Hepsinden önemlisi, kitlelerin katılımını beş yılda yapılan bir sandık oylamasına indirgemek, bunun adına da demokrasi demek gülünç, ayıp.

Demirtaş’ın da bu yarış vesilesi ile dile getiriği gibi, 81 ili, 20-25 cıvarında bölgede kümelemek, sonra da Ankara’nın, merkez’in yetki ve sorumluluklarını demokratik seçimlerle oluşacak bu  bölge yönetimlerine  aktarmak daha demokratik.  Bu kümelere, bölgelere, bölgedeki sorunların çözümü konusunda kendi bölge meclisleri ile çözüm üretme “özerkliğini” tanımak, daha doğru. Ne tür yetkiler? Bunlar bir Anayasa değişikliği ile belirlenir. Merkezin, savunmadan dış politikaya, maliyeden makro ekonomiye yetkileri alıkonulur, ama yerele aktarımı mümkün ne alan varsa, onların da bölge yönetimlerince kullanılacağı ifade edilir. Amerika yeniden keşfedilmeyecektir. Farklı kimlik ve renkleri olan ülkelerin Anayasalarını incelemek, bir model üretmek için yeterli olacaktır.

Ne değildir?

Anlaşılacağı gibi, özü sosyal demokrat, CHP’nin de kimyasına uyan, benimseyebileceği bir idari reform,bir demokratikleşme projesidir bu. Ancak, projeyi gündeme taşıyan Kürt siyaseti olduğu için ve Kürt siyasetinin içinde de bir dizi kafa karışıklığı olduğu için, projeye  bölücülük yaftası yapıştırıp reddetme,  fitne-fesat projesi olarak  görme eğilimi daha ağır basıyor.

Kürt siyaseti, bu algıdan şikayetçi olmakla beraber, sorumludur. Çünkü hâlâ, adı geçen bölgelerin tanımı sözkonusu olduğunda Kürt özerk bölgesi diye söze başlayanlar var . Yanısıra, Güneydoğu’da HDP dışında ayrı bir “bölge partisi” kurma çabaları da  bu algıya çanak tutmaktadır.  Oysa, bölgesel özerklik, sadece Kürtlerin özgürlük hedefleri  için düşünülmüş bir proje olarak alınırsa baştan kaybeder. Kürtlerin mağduriyetleri kadar bu ülkede Alevilerin kimlik, Doğu Karadeniz’in geçim ve çevre , Orta Anadolu’nun iş-aş, İstanbul’un yağmalanma, İzmir’in dışlanma mağduriyetleri de vardır ve demokratik özerklik sadece kimlik ile ilgili değil, sınıfsal farklılıklardan, adaletsiz bölüşümden, yağmadan, barbarlıktan  kaynaklanan mağduriyetleri de azaltmayı hedefleyen bir proje olmalı. Etnik temelde bir bölge tanımına hiç girmemeli , özellikle de  Kürtlerin  yarısının ülkenin Batı illerinde  yaşadığı gerçeğini akılda tutarak…

 

 

Written by Mustafa Sönmez