Bilim insanlarının bildiriye imza atmalarından dolayı başlarına gelmeyenin kalmadığı günümüz Türkiye’sinde, iktidar borazanı ya da kulu olmadan günlük gazete çıkarmanın bedellerini mahkemelerden, Silivri zulümlerinden anlayabilirsiniz.

Anayasa, istediği kadar 28. maddesinde, “Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak izin alma ve malî teminat yatırma şartına bağlanamaz. Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır” desin, aynı Anayasa, basın hürriyetini zaptürapt altına alacak o kadar başka anti-demokratik maddelerle donatılıdır ki… Ama burada sözünü edeceğimiz şey, Ak faşizmin fiili olarak ifade, basın özgürlüğüne getirdiği yasaklar ve bizatihi çarpık kapitalizmin basın özgürlüğüne getirdiği örtülü kuşatmadır..

Türkiye tarihinin hiçbir döneminde bu kadar eşitsiz bir “Basın hürriyeti kullanma-kullanamama” deneyimi yaşanmamıştır. TRT’ si, AA’sı , kamu medyası, hiçbir zaman bu kadar rejim tekelinde olmamış, özel alandaki medya üstünde doğrudan rejim mülkiyeti ya da zimmeti hiçbir dönem bu ölçüde olmamıştır. Ve yine hiçbir dönem “ana akım” olarak tanımlanan medya aktörleri bu kadar biata mecbur tutulmamışlardır. Ve yine hiçbir zaman “muhalif” görülen medya bu kadar dar bir alana hapsedilmemiş, üstlerine her tür yargı ve ekonomik araçlarla bu kadar gidilmemiştir.

İşin tuhaf yanı ise şu; Bu kadar zaptürapt altına alma çabalarına rağmen, doğrular mızrak gibi çuvalları delip çıkıyor. Çatlaklardan sızan küçük mesajlar bütün bu kontrol ağını yırtıyor, muktedirleri çıldırtıyor; özellikle de çağın sosyal medya sürprizi ile, rejim ne yapsa baş edemiyor.

Gazete satışları

 Rejimin kitle rızası sağlamak için muhtaç olduğu medya kontrolünde yazılı medya, zamanın tüm azizliğine, demode olma kaderine rağmen, bu haliyle de ağırlığını  hissettiriyor. Rejim, elektronik medya üstündeki kontrolüne rağmen birkaç muhalif  gazeteden çıkan  çatlak sesle kimyasal dengesini kaybedebiliyor. Can Dündar ile Erdem Gül’ün başlarına getirilenler, bu önermenin en canlı kanıtlarıdır.

Özünde, yazılı medyanın-hele ki ülkemiz şartlarında- hızla zemin kaybettiğini biliyoruz. Bugün, iki büyük dağıtım şirketinin şahadetiyle 4 milyon gazete satıldığı iddia edilirken, bu sayının önceki yılların gerisine düştüğü gibi, gerçek satış rakamları olmadığını da biliyoruz.

FG Cemaati’nin Zaman’ının yediği tüm darbelere rağmen 640 bin sattığına kim inanır? Nitekim bayi satışı 20 bin dolayındadır. Zaman, dağıtım turnikesinden geçirip dağıtım payına yaptığı yüzde 10 ödemeyle satış şahadeti aldıktan sonra, bayiden satın alınmayan gazeteyi, kendi elemanlarıyla ya dağıtmakta ya da dağıt(a)mamaktadır. Bunu herkes biliyor. Rejimin armadası Sabah’ın 320 bin sattığına kim inanır? Hemen arkasından gelen öteki Saray medyası gazeteler, Akşam, Star,Y.Şafak, Milliyet, Habertürk,Vatan..Bütün bunlar günlük satışlarını 150-100 bin dolayında gösteriyorlar, dağıtım şirketleri aracılığıyla. Ama biliniyor ki, yine dağıtım turnikesinden geçtikten sonra gazetelerin çoğu, bayi tezgahına çıkıp ipliği pazara çıkmasın diye sahiplerince alınmakta, ama satış raporlarına “Dağıtımca satılmış görünen” sayı yer almaktadır. Bu durum dikkate alındığında günlük gazete satışlarının 4 milyon yerine, 2 milyona kadar düşmüş olduğundan rahatlıkla söz edebiliriz.

Medyada yazılı basının görünenden daha hızlı gerilemesinin bir diğer kanıtı, 2,5 milyar doları ancak bulan reklam bütçesinden aldığı paydan görülebilir. Dergiciliğin neredeyse öldüğü yazılı basında, gazetelerin reklam harcamalarından aldığı pay yüzde 18’e düşmüştür. Televizyonun yüzde 52 ile reklam pastasından aslan payını aldığını, yükselen digital medyanın payının ise gazeteleri 3 puan geçerek yüzde 21’e çıktığını not edelim (Veriler,Reklamcılar Derneği’nden).

Gazetelerin hızla zemin kaybetmelerinde, Ak faşizmin medyayı yasama-yargının yanı sıra denetimine alma gayretleri elbette önemli. Doğru haber ve dengeli yorum çeşitliliği vermedikleri iyice ortaya çıkan gazeteleri, kim, niye satın alsın; belli bir angajmanı yoksa…

Dahası, özellikle 40 yaş altı kuşak, artık bütün haber ve yorum ihtiyaçlarını kağıt yerine ekrandan karşılama imkanını görmüş ve dijitali tercih etmekte, önceki kuşaktan gazeteden okuma mirasını devralmamaktadır. Bu da gazeteleri hızla dijitalleşmeye yönlendirmektedir.

Gazete ve Sübvansiyon

Gerçek satışı 2 milyonu ancak bulan gazetelerin neredeyse tümünün gelirleriyle dönememe gibi  sorunları vardır. Hoş, bu elektronik medyanın ağırlıklı bir kısmı için de geçerlidir. Sektörün yarısına hakim Doğan Medya bile, kimi medyalarından zarar ederken kimilerinin geliri ile kayıpları telafi etmekte, medya dışı sektörlerden aşağıda kalan bir medya kârlılık oranı ile varlığını sürdürmektedir. Bu “fedakarlık”, medya dışı yatırımlarla kompanse edilir, bu her dönem için geçerli bir doğrudur.

Esas sübvansiyon, rejimin,Sarayın organik medyası ile ona biat eden Demirören, Ciner, Doğuş medyasındadır. Bu cenaha ait medyaların gelirlerinin (satış ve reklam) giderlerini karşıladığını söylemek mümkün değildir. Açıklar, öteki yatırımlardan sübvanse edilir ama rejime, Saray’a karşı üstlenilen misyon yerine getirilirken, fedakarlığın karşılığı, başka ihalelerle alınır, elbette…

“Bizim mahalle”

Türkiye’de kağıt üstündeki basın hürriyetini kullanma, esas olarak rejim ve rejime diz çöktürülmüş medya dışında kalan bağımsız, demokrat, sosyalist gazetelerin sorunudur. Burada da hep piyasanın acımasız koşullarına karşı cansiperane bir direniş vardır.

Bu kategorideki gazeteler yıllarca bu sorunlarla didişirler, bu bilinir. Sorunların ekonomik ayağını aşabilmenin yolu, “birleşmek” ve birleşik güçle alternatif bir medya yaratmaktır aslında . Ne var ki, “bizim kesimde” gazete çıkarmak, siyasi faaliyetin bir uzantısı gibidir ve “Küçük olsun,benim olsun” anlayışı, daha baştan, birçok sorunun içinde bocalamayı göze almak anlamına gelmektedir.

Bocalama, ekonominin katı gerçekleriyle ilgilidir. Hesap karmaşık değildir aslında; 1 TL’ye satın aldığınız bir gazeteyi, gazeteniz içinden KDV ve dağıtım payını çıkardıktan sonra, özünde  80 kuruşa satmaktadır. 80 kuruş ile bütün maliyetleri karşılamak durumundadır. Kağıt ve matbaa maliyetleri ile yazı işleri, yani gazetecinin geçimi,en önemli giderlerdir. Kağıt ve matbaaya etki edemez, verili maliyetlerdir. Gazeteciyi kayıtlı çalıştırırsa 1500 TL net aylık ücretine karşılık devlete 700 TL, yani yarısı kadar vergi ve SGK primi yatırmak zorundadır. Ne kadar tasarruflu eleman kullanırsa kullansın, gazetenin genel giderleri vb. ile, bu 80 kuruşun içine sığmak mümkün olamaz. Reklam-resmi ilan geliri can simididir, ama akmak bir yana, damlamaz bile. Böyle olunca bizim gazeteleri de sübvanse etmek gerekir. Kimi eş-dost, bir zaman, gücü yettiğince destekler ama her gün çıkan bir gazeteyi ne kadar finanse edebilirsiniz ! Ayda 200 bin sübvansiyon istese, yılda 2,5 milyon TL’ye yaklaşır. Kaç yıl? Sürdürülebilir değildir, baş edilmesi güçtür.

Peki ne yapılmalıdır?

“Küçük olsun, bizim olsun” anlayışını yıkarak, küçükleri birleştirmek, dereleri çaylara dönüştürmek hala geçerli bir yol…Ama biliyoruz ki, bu noktaya gelmek hele ki ülkemiz koşullarında hiç kolay değil…

CHP ve HDP’ye çıkan milyonlarca oyları bir potansiyel olarak kabul etseniz, gazete alarak bir dünya görüşünü desteklemekten uzak duran kitlenin ziyadesiyle yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu potansiyelden umudu kesmeden, gazete almalarını, dayanışmalarını istemekten geri durmamalı.

Demokrat kesimlerin ilan desteklerini önemsemek ,bunun için ayrıca örgütlenmek gerek.

Kağıda ısınamayanları, inatla  cep,tablet,bilgisayar ekranında yakalayarak, bunu da reklamverene kanıtlayarak dijital medya kulvarına düşen ilandan pay almaktan vazgeçmemeli.

Okuyucunun, izleyicinin her zaman size uymasını bekleyemezsiniz, sizin onları yakalamayı, beklentilerini karşılayabilmeyi  bilmeniz gerekir; Doğru habercilikle, demokrat duruşla, ifade özgürlüğünün gerçek sahiplenicisi olduğunuzu kanıtlayarak, zor da olsa ayakta kalınabilir ve umutla denemek gerekir.

Written by Mustafa Sönmez