Kentlerde Hizmet Aşağı – Borç, Açık Yukarı
Mustafa Sönmez 30.01.2010, CumartesiKüresel kriz, kent hizmetlerini de olumsuz etkiliyor ve nüfusun yüzde 83’ünü kapsayan…
Türkiye, çok zor bir yılı geride bırakıyor. Hem politik, jeopolitik hem de ekonomik bir dizi olumsuzluk üst üste yaşandı. 2015’te, biri 7 Haziran, öteki 1 Kasım’da yaşanan iki genel seçim, 2016’ya istikrar getirmek yerine daha gerilimli, çatışmacı, kutuplaştırıcı bir sürecin kapısını açtı. 15 Temmuz darbe girişimi ile tavan yapan gerilim, sonrasında Kürt siyasetini, onun Meclis’teki temsilcisi Halkların Demokratik Partisi HDP’yi etkisizleştirme operasyonları ile sürdü. Devamında, Suriye’deki IŞİD’e dönükmüş gibi görünse de özünde Suriyeli Kürt siyaseti PYD’nin ilerlemesinin önünü kesme amacı taşıyan Fırat Kalkanı ile Türkiye sıcak savaşın aktörleri arasına da katılmış oldu.
Bütün bu politik ve jeopolitik riskleri yükselten etkenlere, yılın sonlarına doğru onlarca kişinin ölümüne yol açan canlı bomba katliamları ve en son Rus Büyükelçinin Ankara’da bir suikasta kurban gitmesi eklendi. Bu kadar risk yükselten gerçekliğin ekonomide tahribat yaratmaması düşünülemezdi. Derecelendirme kuruluşları S&P ile Moody’s, art arda Türkiye’nin notunu kırıp “yatırım yapılamaz ülke” statüsüne düşürdüler. Zaten 2015’te TL karşısında yüzde 25 pahalanan dolar, 2016 yılında özellikle ekim sonrasında daha da pahalanarak 3.50 TL basamağına yerleşti. 2016, yüzde 16 daha yükselmiş bir dolar fiyatı ile kapanıyor. Ekim sonrası tüm yerel paralar karşısında yaşanan doların yükselişi, özellikle TL’de kendisini daha çok hissettirdi.
Ekonomik büyümesini ağırlıkla dış kaynak kullanımı ile gerçekleştiren ve yılda ortalama 38 milyar dolara ulaşan dış kaynak kullanımının ağırlıklı kısmını dış borç ile yapan AKP yönetimindeki Türkiye’de, bu büyümenin seçmen artırıcı “popülist” yanı hep önde tutuldu: “Ne seçmen getiriyorsa, o iyi!”
İç talebe dönük inşaat odaklı büyüme, seçmene iyi-kötü iş, asgari ücretle de olsa gelir sağlıyor, tüketici kredisi ve kredi kartı ile borçlanmasının kapılarını açıyordu. Dış kaynağın döviz kazandırıcı üretken alanlarda, mesala ihracatçı sanayide kullanılması gibi bir çaba umursanmıyordu. İç tüketime dayalı büyüme ile dolaylı vergi gelirleri artıyor ve bunlarla sağlık, ulaştırma, sosyal yardım alanlarında harcamalar cilalanarak artırılıyordu. Bütün bunlarla AKP hem organik burjuvazisini yaratıyor hem de hedeflediği otokratik rejim inşasına seçmen desteğini artırıyordu.
Borç döviz ile yükselen bu inşa sürecinin bir gün “tırmalamaya” başlayacağı, ödeme günü düşünülmüyor muydu? Dış borç yükü 421 milyar dolara ulaşmış durumda. Özellikle finans dışı şirketlerin net döviz açıkları 2009-2016 arasında yüzde 218 artarak 67 milyar dolardan 213 milyar dolara kadar tırmandı.
Bu kadar hızla büyüyen döviz açığının borçlu firmalara, dolardaki hızlı yükselişle çok önemli kur zararları yaratacağı açıktı. Nitekim dolar fiyatındaki her 1 kuruşluk artış, borçlu şirketlere 2 milyar TL’lik kur zararı yazıyor, doların 2.96 TL olduğu eylül başından 3.50 TL’ye çıktığı aralık sonu dönemde firmaların kur artışından uğradıkları zarar 30 milyar dolarlık bir yük getirdi.
Dolar fiyatındaki yükselişte yabancılara ait kısa vadeli sermaye stokunun ya da “sıcak para”nın çıkışının yanısıra tasarruflarını TL’de tutanların dövize geçiş kararları da etkili oldu. Toplam mevduatlarda döviz cinsinden mevduatların payı yüzde 40 dolayında. Dolara yönelişte, Cumhurbaşkanı’nın giriştiği “TL’ye dön” kampanyası ise sonuç vermedi.
2016 bir dizi olumsuzluğun yaşandığı bir yıl oldu ama 2017’ye bıraktığı kötü miras daha da ürpertici. 2017’de Türkiye’nin risk birikimi azalacağa benzemiyor. Hem içeride hem dışarıda esen rüzgârların yönü, Türkiye’nin yelkenleri şişirip gemisini yüzdürmeye yardımcı olmak yerine, ciddi tahribatlar yaratmaya daha yatkın. 20 Ocak’ta ABD’de Donald Trump’ın başkanlık mesaisine başlaması ve mart ayında Fed’ten beklenen yeni faiz adımının Türkiye dâhil yükselen ülkelerden yeni sermaye çıkışlarını tetiklemesi bekleniyor. Sıcak paranın 2017 kararlarında ABD’nin “çekiciliği” kadar Türkiye’nin “iticiliği” de etkili olacağa benziyor. Derecelendirme kuruluşlarından ikisinin not kırmasını onarıcı bir gelişme yaşanmadığı gibi, ocak ayında üçüncüsünün, yani Fitch’in de not kırması kesin gibi. Yabancı çıkışını azaltmanın tek yolu, Merkez Bankası’nın faizleri artırması. Bu da “yüksek döviz-yüksek faiz” cenderesinde buz kesmek demek.
Türkiye’nin yabancı yatırımcı gözünde riskli ülke algısı, özellikle başkanlık serüveniyle artıyor. Meclis Anayasa Komisyonu’nda sert tartışmaları başlatan anayasa değişikliği tasarısı, muhalefet partileri CHP ile HDP tarafından demokratik, laik, hukuk devletlerinin en önemli özelliği olan egemenliğin ulusta olması, egemenliğin yasama-yürütme-yargı erkleri arasında dengeli dağıtılması ve denetleme mekanizmalarının işlemesi prensiplerine aykırı bulunuyor.
Başbakanlığın kaldırılması, cumhurbaşkanının partisiyle ilişkisinin kesilmemesi, cumhurbaşkanı ile TBMM seçimlerinin aynı anda yapılma zorunluluğunun getirilmesi, OHAL ilan etme yetkisinin (yürütme yetkisinden dolayı) cumhurbaşkanına verilmesi, yargı ve yürütmede daha birçok anti-demokratik yetki tekelleşmesi öngörmesi gibi nedenlerle tasarıya karşı muhalefet, meclis ve meclis dışında büyüyor. Değişikliklere MHP ve AKP içinden açık bir itiraz görünmese de Meclis’teki oylama sırasında belli sürprizlerin yaşanabileceği ihtimalinden söz ediliyor. Meclis oylamasında 330 oyla değişikliğin kabul görmesi halinde, mart-nisan aylarında referandum sandığına gidilecek. Bu da 2017’nin neredeyse ilk yarısının başkanlık serüveni çalkantısıyla geçmesi ve ülke risk priminin daha da tırmanması demek.
2016’nın üçüncü çeyreğini yüzde 1.8 küçülme ile kapatan Türkiye ekonomisinin ekim-aralık döneminde de küçülme yaşadığı, öncü göstergelerden okunabiliyor. Özellikle milli gelirin omurgasını oluşturan sanayideki üretim düşüşü verileri, istihdamdaki gerileme, girdi ve teçhizat ithalatındaki azalma, tüketimin azaldığına işaret eden dolaylı vergilerdeki yavaşlama, son çeyrekte de ekonominin küçüldüğünü ve 2016 yılı büyümesinin hedeflenen yüzde 3.2 olarak değil, yüzde 1.5 dolayında gerçekleşeceğine işaret ediyor.
2016’da iki çeyrek üst üste küçülmeyi, 2017’nin ilk çeyreğinde aynısı izlerse, bunun bir “kriz” olduğu tescillenecek. Krize giriş ile birlikte hızlanan fiili iflasların, işten çıkarmaların, ücretlere zam beklentilerine karşılık verememenin iş yerlerinde yüksek gerilime neden olduğu gözleniyor. 250 milyar TL’yi bulan hane halkının “ihtiyaç” ve kredi kartı borcunun aileler üstündeki basıncı endişeleri artırıyor.
Kriz ateşinin iş yerlerinde, çarşı-pazarda hissedilmeden referandum sandığına seçmenin en erken zamanda taşınması, AKP’nin ana hedeflerinden.
2017’ye Türkiye yine büyük sancılarla gireceğe benziyor.