Ağustos ayının artışları ile birlikte belirginlik kazanan ve gelecek için de endişeli beklentilere yol açan yüksek enflasyon, Türkiye ekonomisini IMF müdahalesine daha fazla sürükleyecek gibi görünüyor. Ağustostaki artışla birlikte tüketici fiyatlarında artış yıllık yüzde 18’i, üretici (sanayici) fiyatlarında da yüzde 32’yi buldu. Bu oranlar, Arjantin dışında yükselen ülkelerde yok. Hatta çoğu ülkede çift haneli enflasyon bile yok.

Önümüzdeki aylarda artışların hız kesmesi beklenmiyor, yılın en az yüzde 20’yi bulan bir tüketici enflasyonu ile biteceği tahmin ediliyor. Enflasyonun bu boyutlara ulaşmasında etkili olan nedenlerin yapısal özelliği, bu sorunun aşılmasının daha uzun vadeli ve etkili teşhis, tedaviler gerektirdiğine de işaret ediyor.

Türkiye’de enflasyonu yüzde 20 gibi ürpertici bir basamağa doğru iten ana etkenlerden biri tarım-gıda, öteki döviz fiyatlarındaki artışla ilgili.

Türkiye kendine yeten bir tarım sektörüne sahipken izlenen yanlış politikalar ve tarımın ihmali ile yılda 9 milyar dolar ithalat yapar duruma düştü. Türkiye’de gıda arzı eksikliği enflasyonun en önemli nedenlerinden biri. Yaklaşık 81 milyon nüfusunun beslenme ihtiyaçlarını karşılayacak kadar tarımsal ürün ve gıda üretemeyen Türkiye, bu ürünlerin de ithalatçısı durumuna geldi. Arz eksikliği fiyatları yukarı çekiyor. Örneğin taze sebze ve meyve fiyatlarındaki yıllık artış yüzde 38 gibi ürkütücü bir boyuta ulaşmış durumda.

Enerji yönünden dışa bağımlılığı yüksek olan Türkiye’de artan dünya enerji fiyatlarının yanı sıra TL’nin yılbaşından bu yana yüzde 55 değer kaybı ya da dolar fiyatının yüzde 78 artışı, yıllık enerji ürünü fiyatlarındaki artışı da yüzde 21’in üzerine çıkardı.

Aralarında otomobil, beyaz eşya, elektronik, mobilyanın olduğu dayanıklı tüketim mallarındaki ağustos ayı artışı yüzde 5 ilâ 6 arasında değişirken yıllık artış ise yüzde 30’ubuldu. Bu ürünlerin ağırlıkla ithal girdi-parça kullanılarak üretildiği anımsandığında döviz fiyatlarındaki olağanüstü artışlar bu ürünlerin üretiminde yüksek maliyet artışlarına yol açtı. Dolayısıyla bu ürünlerdeki fiyat artışları doğrudan dövizdeki artışla ilgili. Nitekim Merkez Bankası bu durumu şöyle ifade ediyor: “Dayanıklı ve diğer temel mallar grubundaki fiyat artışları, döviz kuru kaynaklı olarak genele yayılmaya devam etmiştir.”

Merkez Bankası’nın bir diğer önemli saptaması da şu: “Ağustos ayında, tüketici fiyatları üzerindeki üretici fiyatları kaynaklı maliyet baskıları oldukça güçlenmiştir.”

Üretici, yani sanayicinin zamları ağustos ayında yüzde 6.6’yı bulurken yıllıkta yüzde 32’ye tırmandı. Bunun da ağırlıkla ithal enerji ve ithal girdi kullanan sanayinin karşı karşıya kaldığı yüksek döviz artışları ile ilgili olduğu açık. İthal girdi fiyatındaki artışlar maliyetleri, dolayısıyla sanayicinin fiyatlarını artırıyor, tüketiciye mal ulaştıran perakendeci de bu fiyatları yansıtabildiği kadar yansıtmak durumunda kalıyor. Bu durumun önümüzdeki aylarda da sürmesi bekleniyor. Çünkü tüketici fiyatları ile üretici fiyatları arasındaki makas 14 puana kadar çıkmış durumda. Bu, talep olması halinde tüketiciye yansıtılması muhtemel bir zam yığınağı anlamına geliyor.

Önümüzdeki aylarda fiyatlarda bir yavaşlama beklenmediğinin ipucunu ise yine Merkez Bankası veriyor ve şöyle diyor: “Enerji fiyatlarındaki yükselişin, elektrik ve doğal gaz fiyat artışı ile akaryakıt ürünlerine ilişkin ÖTV düzenlemesinin sarkan etkisine bağlı olarak, eylül ayında da sürmesi beklenmektedir.”

Bu öngörü sadece enerji için yapılmış olmakla beraber genel için de söylenebilir. Çünkü eylül ayına girerken de döviz kurunda bir gerileme yok. Enflasyon verilerinin açıklandığı 3 Eylül günü 6,60 TL basamağında olan dolar kuru ertesi gün 6,75 TL’ye kadar çıktı.

Yüksek enflasyonun öncelikle gelir dağılımını daha da bozduğu malum. Gelirlerini enflasyon oranında artıramayan ve sayıları 19 milyonu bulan özel kesim ücretlilerinin, kamu çalışanlarının sert bir reel gelir gerilemesi yaşadığı açık. Aynı şey sayıları 10 milyonun üstündeki emekliler için de geçerli. Onlar da enflasyon oranın altında bir maaş artışının gerisinde kalarak göreli yoksulluk yaşıyorlar.

Yüksek enflasyonun altında seyreden TL faizlerinin, irili ufaklı birikimleri daha çok dövize yöneltmesine ise hiç şaşmamalı. Her ne kadar rejimi yönetenler bunu anlamazlıktan gelse de artan döviz fiyatları yüksek enflasyonu, yüksek enflasyon da tasarrufların dövize sığınmasını getiriyor. Rejim ise TL’yi cazip kılabilecek faiz artışlarından kaçınıyor, dövizlerin yükselişini beyhude sözlü müdahalelerle önlemeye çabalıyor.

Nitekim ağustos enflasyonunun açıklandığı gün yeni bir döviz şoku yaşanıp yaşanmayacağı konuşulurken Merkez Bankası sahneye çıkarak şu açıklamayı yaptı: “Merkez Bankası fiyat istikrarını desteklemek amacıyla gerekli tepkiyi verecektir. Bu çerçevede, daha önce yapılan iletişimle de uyumlu olmak üzere, son gelişmeler dikkate alınarak eylül ayı Para Politikası Kurulu toplantısında parasal duruş yeniden şekillendirilecektir.”

Rutin toplantı 13 Eylül’de. Kastedilen TL’de faiz artışı ise şu soru yaygınca soruluyor: Faiz artışı, niye TÜİK enflasyon oranlarını açıklar açıklamaz yapılmıyor da on gün bekleme tercih ediliyor? Döviz fiyatı tırmanışına karşı dalgakıran olarak kullanıldığı düşünülen bu açıklamaların bankanın inandırıcılığını hızla aşındırdığı da yaygın bir kanı.

Ağustos ayı enflasyonun birikimi ile birlikte daha sık sorulan soru ise şu: Nereye gidiyoruz? Bu kanama nasıl durdurulacak ve teşhis-tedavi doğru mu? Kanamadan kasıt TL’nin sekiz ayda yüzde 43’ü bulan, durmayan değer kaybı. Kanamanın durması TL’ye cazibe kazandırmaktan geçiyor. Bu da faiz artışı demek ama başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan faiz artışından hoşlanmıyor ve bunun, ekonomiyi sert bir durgunluğa götüreceğini düşünüyor. Mart 2019’da yerel seçimlere giderken durgunluk değil büyüme isteniyor.

Ne var ki durgunluk, hatta küçülme bu şartlarda kendiliğinden geliyor. Yüksek enflasyon ile baş edemeyen gelirlerle iç tüketim daralıyor, yatırım niyetleri askıya alınıyor, yükselen döviz fiyatları ile firmaların öz kaynakları eriyor, kredilerde geri dönüş zayıflıyor, bankalar firmaları sıkıştırıyor. Bütün bunlar kapasite düşüşleri, firma kapanışları ve beraberinde küçülmeye gidiş demek. Nitekim 4 Eylül’de uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings Türkiye raporunda 2019 için büyüme oranını yüzde 1.2’ye çekti. Fitch değerlendirmesinde “kayda değer” belirsizliklere de değinerek dört önemli riski şöyle sıraladı: Yanlış siyasi adımlar, özel sektörün mali stresinin yükselmesi, jeopolitik gerginlikler ve olası sermaye çıkışları.

Önümüzdeki 12 ayda 230 milyar dolar ya da ayda neredeyse 20 milyar dolarlık dış kaynak bulma mecburiyetindeki Türkiye ekonomisi için Fitch ve benzeri kuruluşların bu tür raporları, kaynak bulma imkânlarının zorlaştığını, bulunsa bile bunun bedelinin oldukça ağırlaştığını ifade ediyor. Çember daraldıkça rota IMF adresine doğru evriliyor. Ama rejimin bunu kabullenip kabullenmeyeceği ya da ne zaman kabulleneceği bilinmiyor.

Written by Mustafa Sönmez