Tayyip’in dayanılmaz bagajı ve içten muhalefet…
30 Mart seçimlerinden 3-5 puanlık oy kaybı ile çıkmayı bile zafer addeden ve tırmanışını sürdürmek…
Redaksiyon Dergisi’nin Kasım 2014 sayısına verilen Röportaj (Söyleşi:Aslı Aydın)
Soru: Önce Soma sonra Torunlar… İş cinayetlerinde artık rakamlar korkutucu boyutlara ulaşıyor. Yetersiz düzeyde işçi sağlığı ve güvenliği tedbirleri olduğunu biliyoruz, ancak bu tedbirlerin hala sağlanmıyor oluşu, ölümler pahasına inşa edilen bir düzenin varlığından söz ettiriyor. Önce bu düzeni, yani AKP’nin “yeni” emek rejiminden bahsetmekle başlayalım mı?
Mustafa Sönmez- Bunun AKP’ye özgü bir emek rejimi olduğunu söyleyemeyiz. Bu, neoliberalizmin koyulaştırılmış emek sömürü rejimidir. En az ödeyerek en fazla artığı elde etmek… Bunun için işçiyi örgütsüz tutan, ant-sendikal bir yaklaşım, işçinin yasal bütün haklarını budamak, onun işverene maliyetini -vergi ve sigorta primi gibi maliyetler dahil, tüm maliyetler- en aza indirip kâr oranını olabildiği kadar yükseltmek… Bu rejim, 1980 sonrası Türkiye’de ve dünyada her yerde uygulanmak istendi ve isteniyor. Direnen ülkeler, yapılar var, direnemeyenler var. Türkiye’de direnişin beli 12 Eylül ile kırıldı. DİSK kapatıldı, Türk-İş 12 Eylül’e payanda yapıldı, Anayasa’da örgütlenmenin, toplu sözleşme, grev hakkı fiilen kullanılamaz hale getirildi. İşçi, işçinin kurdu yapıldı. İthalat daha çok libere edildiği için içerideki işverenler, “verimlilik, rekabet gücü” sağlamak adına işçinin ensesinde daha çok boza pişirmeye başladılar. İthalatın kontrollü olduğu ithal ikameci dönem pek öyle değildi. Hem özel sektörde hem devlette işçilerin örgütlenmeleri, hatta toplu pazarlık yapmaları bu kadar sıkıştırmıyordu işverenleri. Dış dünya ile entegrasyon, kıran kırana rekabet, patronları anti-sendikal duruşa adeta zorladı da ve siyaset, bunun iklimini yarattı 12 Eylül ile ve bu kurumlaştırıldı 1982 Anayasası ve onun çerçevesinde çıkarılan yasalar ile. AKP, bu rejimi miras aldı ve birçok şeyde olduğu gibi, müellifi Dünya Bankası-IMF’nin tam da isteğine uygun icra etti.
Son çıkan torba yasa ile AKP’nin taşeron çalışma biçiminde ısrarının devam ettiğini görüyoruz. İş cinayetleri ile özellikle toplumda büyük bir tepki oluşmuşken niye taşeron çalışmaya AKP bu denli ihtiyaç duyuyor?
-AKP, önceki hükümetlerin yarım bıraktığı neoliberal inşayı tam gaz, tek parti olmanın sağladığı avantaj ile, dış dünya konjonktürünün taşıdığı elverişli rüzgarlarla sürdürdü, sürdürmeye çabalıyor. Başlatılan ve AKP rejimine devrolan süreçlerden biri özelleştirmelerdi. Özelleştirilmek için tezgaha çıkarılan ve özelleştirilmeye hazırlanan kuruluşlarda en önemli şey, personel kalemini cazip tutmak. Bunun için daha devlet elinde iken esnek emek rejimine geçişin hazırlıkları yapıldı, özelleştirme sonrasında ise işverenler kesme-biçme işine girişip tensikatlara, sendikasızlaştırmalara, esnek rejim uygulamalarına geçtiler. Madenler bunun tipik bir örneğidir. Kamuda iken madenler işçilerin en örgütlü, dolayısıyla sosyal hakların en iyi durumda olduğu kurumlardı, iş cinayetleri de bu kadar yoğun olmuyordu. Özelleştirmeler sonrası ip koptu. Taşeronluk, neoliberalizm için emek maliyetlerini en aza indirmenin imkanını sunuyor ve ana kural değişmiyor; kâr ve sermaye birikimini azamileştirmek. İşçiler buna direnmedikçe, hem özelde hem devlette bunu hem işçilere hem beyaz yakalılara uygulamak ana kuraldır. Dünya rekabet kılıcı ensede çünkü ve biriktirmek zorundalar yoksa düşerler, adeta bisiklet üstünde pedal çevirmenin zorunluluğu gibi bir şey…
Taşeron çalışma şimdi kamuda bile var. Üstelik oldukça yaygın. İş cinayetlerinin dışında işçileri önümüzdeki dönem nasıl bir iklim bekliyor? Kimi görüşler yaratılan iklimini 19.yy’ın kölelik düzenine benzediğinden yana.
-Kamuda esnek rejim yine bir Dünya Bankası şablonu. Amaçlanan, kâr değilse de, sağlık, eğitim, adalet vb. kamusal hizmetleri en ucuza mal etmek, kamu hizmetlisini en ucuza çalıştırıp bütçeden personel gideri ve SGK primlerini, kamu bina ve alet-edavat giderlerini en azda tutmak, hatta hizmetin finansmanına hizmet alan yurttaşları da katmak… Bunu yaparsanız ,diyor Dünya Bankası, bütçeniz daha az açık verir ve bu sayede daha az kamu borçlanması, bu sayede de faizlerin düşük seyri ile bütçede faiz harcamaları da düşer ve sorunsuz bir bütçe ile sisteme müdahale imkanlarınız daha çok artar. AKP, mali disiplin adı altında 11 yıldır hep bu öğüdü yerine getiriyor. Bu rejimi, anlayışı, 19. yüzyılın kaba birikim rejimine benzetmek çok gerekli değil. Bunun başka türlüsünü kapitalizm yapamaz zaten. Buna ilkel birikim filan derseniz, o zaman hedef ilkel olmayan birikimi savunmak mı olacak? Kapitalizm bunu uygulamaya mecbur. Her yerde emekçi iliklerine kadar sömürülmek isteniyor ama bazı ülkelerde henüz izin vermiyor çalışan sınıflar, fark burada. Türkiye’de 12 Eylül ile birlikte zemin oluştu, toparlanamadı, örgütlenemedi, engel olamadı işçi sınıfı, diğer beyaz yakalı sınıf da aynı çarka kapıldı şimdi. Bundan vazgeçemezler. Taşeronlaşmayı, emeği en ucuza mal edecek her uygulamayı hem kamuda hem özelde deneyecek, bunun “yasal düzenini” inşa etmek isteyecekler. Kaçamazlar bundan, dünya rekabetinde de zayıflar, özürlüler, çok geriden geliyorlar ve rekabeti emek üstünden kazanmak istiyorlar.Ucuza memur,ucuza işçi, ucuza teknisyen,beyaz yakalı, öğretim görevlisi ana hedefleri.. …
Türkiye’de güvencesiz istihdama yani en düşük maliyetli istihdama ihtiyaç duyan sermaye birikimi bugün hangi alanlarda yoğunlaşıyor?
AKP rejimi 2003’ten bu yana dış para girişine dayalı içe dönük bir büyüme çizgisi izliyor. Düşük kur-yüksek faiz aralığından giren yabancı para, ağırlıkla konut-otomobil-eşya alımı için tüketici kredilerine, KOBİ kredilerine dönüşüyor, konut üretiminin başını çektiği bir çark döndürülüyor bu parayla, ithal ürünlerle dolu AVM’ler inşa ediliyor tüm yurtta. Burada inşaat çekişli bir büyüme, tüm sanayiyi, hizmetleri de şekillendiriyor. En çok iş cinayetlerinin yaşandığı inşaat zaten riskli bir işkolu ve arsa temini-imar izni kolaylıklarında öncelik alan, kayırılan AKP korumasındaki irili ufaklı işadamları bu kulvardan birikim sağlayarak rejimle bütünleşiyorlar. İnşaatın özellikle emek-yoğun aşamalarında hem düşük ücretli hem de iş güvencesizliğine ses çıkarmayacak örgütsüz emek istihdam ediliyor. Bunlar çoğunlukla ve geleneksel olarak Kürt emekçi gruplardan oluşuyor. Geleneksel çavuş ve onun hemşehrisi, akrabası, aşiretlisi Kürt emek grupları ve en çok da iş cinayetlerine bunlar kurban gidiyorlar. Keza, enerji, Türkiye kapitalizminin dışa bağımlı olduğu ithalatın dörtte birini oluşturan bir kalem ve burada da ithal ikamesine gitmek zorunlu hale geliyor,yerli kaynaklara dayalı enerji üretimi özendirilirken linyit yakan santraller ile linyit madenleri ilişkilendiriliyor ve linyiti en ucuza mal etmek için maden işçisini en ucuza sömürmek gerekiyor, hem de fazla iş güvenliği önlemine,aracına, yatırımına gitmeden. Enerji için HES’ler üstünden doğa da katlediliyor.
İnşaat,madencilik iş cinayetlerinin en yüksek olduğu ama aynı zamanda ücretlerin de düşük olduğu sektörler. Türkiye, ihracatta ancak ucuz emeğe dayalı sektörlerde “net ihracatçı”; yani ithalatı geçen ihracatı var. Bunlar da tekstil-konfeksiyon,gıda,deri, mobilya gibi sektörler. Bu sektörlerde de irili ufaklı birçok işyerinde, sendikasız, esnek çalıştırılan emek kitlesi var ve özellikle kadın emeğinin payı artıyor. Sağlık, perakende,eğitim, yine kadın emeğinin arttığı sektörler ve erkek ücretlerinin bir dilim altında hep ücretler…Kadınların toplamda yüzde 51’i kayıt dışı çalıştırılıyor, tarım dışında da toplam kadın çalışanların yüzde 30’unu buluyor kaçak çalıştırılan kadınlar…
Ekonomik getirisinin yanında havaalanı, köprü, kanal projeleri gibi bu yatırımlar üzerinde AKP’nin bu kadar durmasının sebebi ne?
İstanbul, AKP rejimi için tepe tepe satılacak bir “meta”. Dünya pazarlarına entegre olmada İstanbul’un taşı-toprağı, lojistiği, doğal ve tarihi varlıkları paraya tahvil edilmek siteniyor 1980 başlarından bu yana. Bunu en hunhar ve barbarca yapan AKP. İstanbul’un rantı en yüksek kısımlarını, bir kısmı rüşvet biçiminde kendisine dönen inşaat yatırımlarına açıktan sonra sıra İstanbul’un kuzeyine, ormanlık alanlarına, su havzalarına geldi. Burada 3.köprü,havaalanı, kanal vb ile devasa bir iç yatırım alanı açıyor yandaşı sermayedarlara. Bunlar kamu yatırımı gibi ama Kamu-Özel Ortaklığı isimli, neoliberalizmin yeni bir imtiyaz sistemiyle hayata geçiriliyor. Kamu, arsayı sağlıyor, finans temin etmede güvenceler veriyor ve bitişte hizmeti almayı taahhüt ediyor; karşılığında yapımcı yerli-yaabancı firmalara tesisi 49 yıllığına işletme hakkı tanıyor. Bu tür projeler, özellikle yandaş sermayedarın partner olduğu yatırımlar. Dolayısıyla AKP’ye rüşvet biçiminde geri dönüşleri olan, yandaşları iyice güçlendiren projeler. Tükenen inşaat pazarına soluk penceresi olacak projeler…
Yağmaya, talan ve daha katı bir sömürüye dur demek için nasıl bir mücadele örmek gerekir?
-Neoliberal rüzgar ile kırdan kente göç hızlandı, nüfusun dörtte üçü kentlere yığıldı. Bu, konut talebinin artması demek. Ayrıca, mevcut yapı stoku sağlıksız, depreme dayanıksız. Konut sahipliği ülke kültüründe yerleşik bir değer. Bütün bunları değerlendiren AKP rejimi kamu arsalarını ve imar izinleri yetkilerini bir koz olarak kullanıp inşaat odaklı bir büyüme süreci başlattı iktidar olunca…Kamu arsa stokunu tahsis yetkisi ve ruhsatlar sayesinde istediği burjuva kesimlerini palazlandırırken buradan üretilen rantların bir kısmını da rüşvet havuzunda toplayıp örgüt olarak ve kişisel güç olarak kendilerini güçlendirdiler. Bu zamanla öyle boyutlara ulaştı ki, İstanbul başta olmak üzere büyük kentleri yağmaya vardırdılar işi. Ancak bu yağmaya toplumsal direniş, Gezi sürecinde ifadesini buldu ve Gezi ruhuyla birçok yerde kent yağmasına karşı mücadeleler sürdürülüyor. Rejimin ise bu yoldan geri dönme şansı pek yok, yağmayı sürdürmekte ısrarlı olacaklar. İşte burada özellikle alt ve orta sınıftan kentlilerin kamusal alan olarak kenti, kamuya ait arsaları, parkları, kamu varlıklarını savunmaktan başlayan ama onu aşarak kamusal olanı sahiplenip kamu çıkarı odaklı bir üretime ve onun üstünde yükselen yeni bir hayat tarzı için mücadeleyi yükseltmesi gerekiyor. Burada da çok yönlü, çok bileşenli bir mücadele söz konusu. Bu mücadele, yağmayı sürdürürken işçi sömürüsünü koyultanlara karşı sendikal mücadele ile de iç içe geçecektir, çevreye duyarlılık gösteren orta sınıfların direnişleriyle de. Amaç, insafsız kapitalizmi terbiye edici bir hatta takılıp kalmak olmamalıdır. Bunu ancak sistemi reforme etmek isteyen sosyal demokratlar hedefleyebilir. Asıl amaç bu reformizmi aşıp kapitalizm karşıtı, kâr ve birikimi değil, toplumsal çıkarları önde tutan, herkesten yeteneğine göre katkı alınıp emeğine göre pay verilen sosyalist bir toplumsal düzeni inşa etmeyi uzun erimli olarak hedeflemek ve bunun mücadelesini vermek olmalıdır.