Mustafa Sönmez

22.05.2010, Cumartesi
Türkiye’de sermaye birikimi sürecinin ilk evresi, iktidardaki tek parti CHP’nin inisyatifinde, özellikle 1930’lu yıllarda gerçekleşti. Devletçilik diye bilinen bu dönemi 18 Mayıs tarihli Milliyet’teki yazısında Taha Akyol, “1930’larda İsmet Paşa, işadamlarına soyguncu gibi bakar, onları “aferist” diye suçlardı, bu yüzden hantal bir devletçiliğe sürüklenmiş, Atatürk de ekonomiyi özel sektörcü Celal Bayar’a emanet etmişti” diye aktarıyor. O kadar yanlış bir yorum ki…Dönemle ilgili başyapıt, Korkut Boratav hocanın Türkiye’de Devletçilik tez çalışmasıdır. Korkut Hoca, devletçiliğin özel sektöre rağmen değil, özel sektörün önünü açan bir tarzda icra edildiğini belirtir çalışmasında. Koçlar, Sabancılar, bugünün dev müteahhitleri, devletçiliğin eteğinde palazlanmış ve 1950’lerden itibaren sermaye birikim süreçlerini yabancı sermaye ile bütünleşerek ilerletirken, o yıllarda da devlet sektörünün himayesinden hiç mahrum kalmamışlardır. Taha Akyol, doğru dürüst iktisat tarihi okusa görecektir ki, devletçilik, hiçbir iktidar döneminde özel sektöre karşı bir ekonomik seçim olmamış, özel sermaye birikimini tamamlayan, ona payanda bir faaliyet olmuştur. En büyük KİT yatırımları Dünya Bankası kredileri ve yönlendirmesi ile sağ iktidarlar döneminde Menderes ve Demirel’in başbakanlığı dönemlerinde gerçekleşmiştir. CHP’nin yüzde 33’ün üzerinde oy aldığı 1973 ve yüzde 41,4 oy alarak zirve yaptığı 1977 seçimlerinden sonra kurduğu hükümetler bile KİT’leri, özel sektörün ucuz girdi ihtiyacını, altyapı eksiğini gideren kuruluşlar olarak yönettiler, KİT’lerin , bundan dolayı uğradıkları zararlar da “görev zararı” adı altında merkezi bütçeden halka yüklendi.

***

1980 sonrasında geçerli kılınan küreselleşmeci neoliberal politikalar, 1980’e kadar yerli-yabancı sermayenin , etinden sütünden tüyünden her şeyinden faydalanılan KİT’lerin tasfiyesini istiyordu. Özelleştirmenin, kamu hizmetlerinin her türlüsünün ticarileştirilip metalaştırılıp devletin alanından çıkarılmasının, doludizgin uygulandığı bu dönem, anti-sendikal yapılanma ve uygulamalarla el ele gitti. Başta 12 Eylül diktatörlüğü olmak üzere Türkiye’ye yön veren iç ve dış egemenler, bu süreci Özal’ın ANAP’ı ile götürmeyi tercih ederek CHP ve CHP kökenli partilere hep engeller çıkardılar. CHP ve türevleri de, 1980’li ve 1990’lı yılların bu neoliberal rüzgarına karşı koyamadı, emeğe dayalı örgütlenmeler geliştiremedi, bölündü. Hizipçiliği aşamadı. 1999’da DSP ile yakaladığı yüzde 22’lik oy oranıyla kurulan Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon hükümeti, neoliberalizmin dizayn ettiği kırılgan, bağımlı büyümenin 2000 krizini kucağında buldu ve krizi , IMF-Derviş koordinasyonunda, ancak çok ağır bir reçeteyi halka ödeterek savuşturabildi. Ama halk bunu unutmadı. DSP’nin oyunu 2002’de yüzde 1,2’ye indirerek cezayı keserken CHP oyu da yüzde 19,7’yi geçemedi. Seçmen, cezalandırmaların devamında da denenmemiş AKP’ye şans verdi. 2002-2007 döneminin likidite bolluğuna dayalı olumlu dış konjonktürü ile iktidarını koruyan AKP karşısında, 2007’de CHP oyları yüzde 21’’i geçemedi.

***

Bugün geldiğimiz yerde, neoliberalizm iflas halinde. ABD kaynaklı kriz, piyasa ideolojisini tuzla buz ederken, fiili olarak devlet, krizi yatıştıran, burjuvaları kurtaran olarak yeniden sahneye çekildi. Türkiye, yüzde 5 küçülen, gerçek işsizliği yüzde 20’lere vuran, bölgesel uçurumu, gelir uçurumu dehşetli boyutlara ulaşmış bir ülke olarak, neoliberal-muhafazakar AKP’nin yerini CHP’nin alması noktasına doğru hızla ilerlerken, kamunun da aktif bir aktör olarak ekonomide sahne almasını, istihdam yaratmasını talep etmektedir. Türkiye’de işsizliğin yatıştırılması, sosyal bir devlete dönüşün kapısının açılması, üretici dinamiklerinin yeniden harekete geçirilmesi etkin bir kamu müdahalesini zorunlu kılmaktadır. CHP, “devletçilik” yaftalamalarından tırsarak, büyük sermayeyi ürkütmemek adına, bundan uzak duramaz.

Written by Mustafa Sönmez