Eğitimde Özelleşme ve Akıl Dışılık…
Mustafa Sönmez Bir dokun, bin ah işit diye tanımladığımız sorunların başında gelir, eğitim. Neresinden…
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 29 Mart’ta yaptığı açıklamayla Türkiye Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın (GSYH) 2016’ya göre yüzde 7.4 büyüdüğünü açıkladı. Bu son dört yılın en yüksek büyüme oranı oldu. Türkiye’nin 2017 milli geliri dolar olarak ifade edilince isse bir azalma görüldü. 2016’da 863 milyar dolar olan GSYH, 2017’de 851 milyar dolara geriledi. Bu da TL’nin dolar karşısındaki hızlı aşınmasından kaynaklandı. Yine bunun devamı olarak kişi başına düşen gelir de 2016’daki 10 bin 883 ABD dolarından 2017’de 10 bin 597 dolara geriledi.
Türkiye’nin 2017’deki yüzde 7.4’lük büyüme performansı, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üye ülkeler arasında Türkiye’yi büyümede ikinci sıraya oturttu. İlk sırayı yüzde 7.8 büyüme oranıyla İrlanda, üçüncü sırayı yüzde 5’lik oranla Slovenya aldı.
Madalyonun bir de öteki yüzü var elbette. Öteki yüz, bu parıltılı büyümenin tekrarlanması zor bir devlet desteğine, aşırı borçlanmaya, artan kırılganlıklara mal olduğunu gösterirken büyümenin sosyal ayağının da sorunlu olduğunu, özellikle alt sınıfların bu büyümeden iş ve gelir artışı olarak yararlanamadığını gösteriyor.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in de belirttiği gibi büyümeye en önemli rüzgâr kredi musluklarının açılmasına verilen devlet garantisi oldu. Devletin arkasında durduğu Kredi Garanti Fonu aracılığıyla sağlanan krediler ile vergi indirimleri ve teşvikler büyümenin temel kaynağını oluşturdu. Ağırlıkla iç tüketime odaklı bu büyüme, beraberinde çift haneli bir enflasyonu da getirdi. Tüketici enflasyonunda 2017 yılı yüzde 12 ile tamamlandı. 2017’de dolar fiyatı yıllık yüzde 21.7 arttı. Bu artan dolar fiyatıyla yapılan ithalat, ayrıca enerji ve emtiada artan dış fiyatlar, içerideki üretimin maliyetlerini artırdı ve üretici fiyatlarındaki artış yıllık yüzde 15’i geçti. Dolayısıyla büyüme madalyonunun arka yüzünde baş edilmesi zor bir enflasyon yer aldı.
Tüketim odaklı büyüme ithalatı kamçılarken Türkiye’nin döviz açığı hızla büyüdü ve cari açık 47.1 milyar dolara ulaştı. Bu, 851 milyar dolar olarak ölçülen milli gelire göre yüzde 5.5’lik bir cari açık/milli gelir oranıdır ki böyle bir açık başka hiçbir ülkede görülmüyor.
Açıklanan 2017 dış borç stoku da büyümenin ne kadar dış kaynağa bağımlı olduğunu gösteren bir diğer önemli gösterge. 453.3 milyar dolara ulaşan dış borç stokunun yüzde 70’i özel sektöre ait ve stokun milli gelire oranı yüzde 53.3’ü bulmuş durumda.
Dolayısıyla madalyonun öteki yüzünde devasa cari açığın yanı sıra büyüme için yapılan dış borçlanmaların sürdürülmesinin ağırlığı da var.
Büyüme kamunun vergi teşviklerinden de rüzgâr aldığı için kamu maliyesi açığı büyüdü ve cari açıkla birlikte “çifte açık” oluştu.
Peki parıltılı yüzde 7.4 büyüme iş ve gelir adaleti yarattı mı? Bu sorunun yanıtı da pozitif değil. Yüksek büyüme oranına rağmen işsizlik oranı 2017’de 2016’ya göre değişmeyerek yine yüzde 10.9’da kaldı. Tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 13’le değişmedi. Genç işsizliği yüzde 21’in üstünde seyretti. Büyüme ancak iş gücüne o yıl katılmış olanlara istihdam sağladı ama stoktaki işsizlere ümit olmadı. 2017’de toplam işsiz sayısı 124 bin kişi artarak 3 milyon 454 bin kişiye ulaştı.
Büyümenin iş gücü ve sermaye kesimi arasındaki dağılımını da ölçen TÜİK verilerine göre bölüşüm iş gücü aleyhine gerçekleşti. İş gücü ödemeleri 2016’da gelirden yüzde 36.5 pay alırken 2017’de bu pay yüzde 34.5’a geriledi ve 2 puan azaldı. Bu da parıltılı büyümede bölüşümün işçiler aleyhine bozulduğunu gösteren adaletsiz bir sonuç.
Türkiye’nin büyümesinin yüzde 7.4 olarak açıklandığı saatlerde Türk Lirası’nın dolar karşısında psikolojik eşiği aşarak 4 TL basamağına yerleşmesi de ironikti. Normalde parıltılı bir büyümeden beklenen, yabancı yatırımcıların ülkeye üşüşmeleri, yatırım yapmaları ve bu sayede bollaşan dolar ile yerli paranın değer kazanmasıydı. Oysa TL sadece mart ayında dolar karşısında yüzde 5 eridi ve bu erimeyle öteki yükselen ülke yerel paralarından önemli ölçüde ayrıştı. Bu, büyümenin beraberinde kırılganlıkları artırmasının ve güven tesis edememiş olmasının bir sonucu.
Nitekim kredi risk primi olarak adlandırılan Türkiye’nin beş yıllık CDS’leri 203 baz puana çıktı – ki bu kasım 2017 ortalarından beri görülen en yüksek seviye. Bu yılın başında 160 seviyesinde olan CDS hem dış piyasalarda yaşanan gelişmeler hem de Türkiye’deki ekonomik ve politik riskler nedeniyle yükselmiş görünüyor.
Türkiye CDS’inin yükselişi, ülke risk priminin daha fazla fiyatlanması, tahvil faizlerinde görülen yükselişin bir yansıması. Bu riskler ortadan kalkmadıkça prim de ödenen faiz de düşmüyor. Türkiye’nin 10 yıllık tahvil faizi mart ayı içinde yüzde 13’e yaklaştı. Hatta kasım ayında yüzde 13.2 olarak gerçekleşti.
Risk priminin yüksek seyretmesinde uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s’in mart başında Türkiye’nin kredi notunu Ba1’den Ba2’ye düşürmesi ve not görünümünü “negatif”ten “durağan”a çevirmesi de etkili oldu.
Türk Lirası’nda değer kaybı duracak gibi görünmüyor. Bunun en büyük sebebi de Türkiye’nin dış finansman ihtiyacı. Yıl içerisinde petrol fiyatlarının artması muhtemel. Bu da cari açığın artmaya devam etmesi demek. Türkiye’nin 12 ay içinde çevrilmesi gereken dış borçları 180 milyar dolara yaklaşıyor. Bu nedenle dışarıdan bulunması gereken kaynak tutarı 220-230 milyar dolar civarında. GSYH’nin yüzde 25’inin üzerinde olan bu yük, önümüzdeki 12 aya yayılmış olsa da Türkiye’yi zorlayacak. Çünkü Türkiye’nin de içinde olduğu yükselen, gelişmekte olan ülkelere sermaye girişi azalıyor. Daha da önemlisi borçlanma maliyetleri artıyor. Buna karşılık rezervlerin de çok güçlü olmadığını göz önünde bulundurursak kur üzerindeki baskı devam edecek görünüyor.
Yabancı yatırımcının Türkiye’ye yatırım yapma tereddüdünde en önemli etken politik belirsizlik. Piyasalarda bir erken seçim belirsizliği nedeniyle bekle-gör duruşu hâkim. Sadece bu nedenle bile AKP rejiminin seçimleri erkene, mesela sonbahara çekerek belirsizliği sonlandırması beklenebilir.
Dövizde sert tırmanış sürerse Merkez Bankası’nın faiz artırarak ve/veya diğer para politikası araçları ile etkili müdahalelerde bulunması beklenebilir. Bu yapılmazsa özellikle iç aktörlerin dövize yönelişi kuru daha da yukarı çeker ve ekonomik tahribatı artırabilir.