Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte yaşanan önemli bir kırılma, küresel birikim, küresel üretim zincirlerinde bir kırılma, bir kopma olarak kabul edildi. Yakın zamana kadar bu zincirin kapsamında olan Rusya’nın ve etkisindeki ülkelerin, işgal ile birlikte yaptırımlara uğramaları, Rusya’nın da bu zincir içinde kalmayacağını ilan edişiyle yeni bir dönem başlamış oldu. Şimdilerde buna “Deglobalizasyon” adını verenler var. Pandemi ile zayıflayan küresel ilişkilerin üstüne ,Rusya işgaliyle gelen zıtlaşmaların, dışlamaların binmesi, farklı bir ekonomik iklime geçtiğimizin de işareti. Bunun nasıl yeni bir kulvarda seyredeceği, kalanlarla mı küreselleşmenin sürdürüleceği yoksa bazılarının öne sürdüğü gibi, küresel bir köyün yerini mahalle bloklarının mı alacağını görmek için zamana ihtiyaç var.

Küreselleşme ve işbölümü

Türkiye, 1980 sonrası dahil olduğu  küreselleşme maratonunu farklı dönemlerde farklı vitesler ve formatlarla yaşadıktan sonra, Rusya işgali ile , küresel ekonomi ile bağlarını yeniden tanımlamak durumunda kalacak gibi. Yine de burada Türkiye benzeri ülkelerin aktif söz sahibi  aktörler olmadığını, şekillenecek yeni oluşuma pasif eklenme durumunda kalacakları şimdiden  söylenebilir.

Türkiye, 1980 sonrasında küresel kapitalizmin çatı örgütleri IMF, Dünya Bankası’nın telkinleri-hatta zorlamaları- ile küreselleşme trenine mecburi biniş yapmış  ve o trenin üçüncü mevkiinde de olsa bir yer edinmeye çalışmıştı. Küresel sermaye birikiminin rotasını  belirleyen hegemonik güç ABD. Diğer merkez ülkeler, AB gibi bloklar, tamamlayıcı aktörler. Aralarında Türkiye’nin de olduğu çevre (yükselen) ülkeler, dikte edilen bu işbölümünde, verilecek en iyi rolü alma, gücü oranında bu hiyerarşide olabilecek en iyi yerden koltuk kapma, mümkünse zaman içinde konumunu yükseltme (G. Kore gibi) gayreti içinde olabildiler ancak.

Çok genel hatları ile, küreselleşme, tüm dünya coğrafyalarına kapitalist üretim ilişkileri taşımayı, olabilecek her mal ve hizmeti metalaştırıp ticarileşmeyi amaç olarak koydu. Çünkü yeni birikim kanalları açmak, eldeki birikimi, üstüne kâr ekleyerek yeni bir düzeye taşımak, bunu gerektiriyordu. Dünyadaki kapalı, yarı kapalı yapıları kırmak, gümrükleri indirmek, mal ve para hareketlerini iyice liberalleştirmek, devleti ekonominin dışına itmek, kamu varlıklarını özelleştirmek, kamusal sayılan mal ve hizmetleri metalaştırıp parasallaştırmak, bütün bu sürecin yapı taşları.

Dünya mal ve hizmet üretimi zincirinde rol dağılımı da bu konsepte uygun düzenlendi. Metropollerde kârlılığı düşmüş sanayileri ve/veya emek-yoğun sanayi aşamalarını, ücretlerin düşük olduğu başta Asya olmak üzere, çevre ülkelere taşımak, kârlılığı yüksek bilişim, iletişim, finans gibi sektörleri “Merkez”de tutmak, yeni işbölümünün özeti.  Özelikle 1980 sonrası IMF, Dünya Bankası, bu yeni  emperyalizm düzeneğinin  mimarisini çizme ve uygulatma kurumları olarak sahne aldılar.

1980’ler ve 1990’larda Türkiye

Türkiye, 1950’lerden 1980’lere otuz küsur yıl uyguladığı içe dönük, ithal ikameci birikim tarzının tıkanmasıyla, dış dinamiklerin de basıncıyla küresel trene bindirildi ve bu yolculuk, düz bir hatta ilerlemedi elbette. 1980’lerden 2020’le uzanan bu 40 küsur yıllık serüvenin belli durakları, patinajları, kırılmaları oldu elbette. Hem siyasette hem ekonomide sürtüşmeler, hakim sınıf içi mücadelelerle eklemlenme yaşandı ve doğrusu, atılan taş, hedefteki kuşa pek değmedi, özellikle AKP döneminde yaşanan küresel zincire çarpık eklemlenme, son yıllarda Türkiye’yi büyük bir krizin içine attı.

Türkiye kapitalizminin makas değiştirerek küreselleşme trenine atlaması için öncelikle 12 Eylül askeri darbesi gerekti ve onun açtığı alanda Turgut Özal’ın müteahhitliğinde  24 Ocak kararları ile Türkiye’nin küresel üretime entegrasyonuna başlangıç yapıldı.  Özal’ın partisi ANAP iktidarında, ihracat, turizm gibi döviz kazandıran faaliyetler üstünden dünya ekonomisi ile bütünleşmenin denemeleri yapıldı.  1989’da kambiyo rejimi değişikliği ile küresel para hareketlerinin önü iyice açıldı ve doğrudan yatırımın yanı sıra borsaya yabancı sıcak para çekme ve para transferi engellerini kaldırma yoluna gidildi.

IMF-DB telkinleriyle İstanbul’un da bir “küresel kent” olarak dünyaya pazarlanması, bunun için de bir kabuk değişimi geçirmesi gerektiği fikri üstünde birleşildi. “İstanbul’u satmak”, ANAP icraatlarına sempati ile yaklaşan dönemin sol liberallerinin de katıldığı bir senaryoydu.

Özal döneminin küreselleşme deneyimi, istenen viteste ve akıcılıkta yaşanamadı. Bunda, sermayeyi çekecek dönüşümün ağır ilerlemesi, Özal’ın, 12 Eylül’ün yasakladığı Demirel ile iktidar bloku içi çatışmaları da etkili oldu denilebilir. Demirel’in arkasındaki sermaye fraksiyonları, “Özal işi küreselleşme”ye ayak uydurmakta zorlandıkça, Demirel’i el freni olarak kullanma yoluna gittiler. Her iki politik aktörün de popülist icraatları, kısa sürede büyük kamu açıklarına ve oradan üç haneli enflasyona, dış sermayeyi uzak tutacak büyük  istikrarsızlıklara yol açtı. Aradan sıyrılan Erbakan liderliğindeki politik İslamın “Milli Görüş” versiyonu da bu karambolde debelendi. Denilebilir ki, Türkiye’nin 1990’lardaki küreselleşme serüveni, yaşanan krizleri aşmak için IMF ve sınırlı miktarda küresel finansın kredilerini tüketerek top çevrilen bir dönem oldu. Ne, dünya ekonomisi ile etkin bir üretim entegrasyonu sağlanabildi ne istenilen küresel sermaye girişi yeterince yaşandı. Özelleştirme , Özal’ın hep gündeminde olan ama dilediğince hızlandıramadığı bir süreçti; yapılamadı. Yabancıları özendirecek istikrarlı bir yatırım ortamı oluşturulamadı. Sonuçta, bu karambol, önce 1994, ardından 2000-2001 krizlerini getirdi.

Küresel ilişkileri iyice zayıflatan 2001 krizini aşmak için IMF-Kemal Derviş işbirliği ile uygulanan 2001 acı reçetesi, yüksek enflasyon ateşini düşürdü, üretim ve yatırım ortamını geri getirdi ama var olan gelir eşitsizliğini hızla derinleştirdiği için, reçeteyi uygulayan Ecevit Başbakanlığındaki koalisyonu 2002 Kasım’ında yapılan erken seçimde sandığa gömdü!

Seçimde aradan sıyrılan, Milli Görüş gömleğinden sıyrıldığını söyleyen Erdoğan-Gül AKP’si, krizden çıkarılmış ve büyümeye amade yeni ekonomiyi, küreselleşme rayına yeniden oturtma şansını altın tepsi içinde önünde buldu.

AKP, Küreselleşme ve İstanbul

2001 “İstikrar tedbirleri”, iktidardaki AKP’ye , o güne kadar yapılamayan özelleştirmelerin yolunu açarken, dünyanın dış konjontürü de yardımcı oldu ve küresel ekonomi ile bütünleşmenin önündeki tıkanıklar açıldı, oluk oluk sermaye aktı. Türkiye ekonomisine tarihinde görülmedik ölçüde yabancı kaynak girişi yaşandı. Özelleştirme için gelen doğrudan yabancı sermaye, borsaya girişler, dış kredi biçimindeki kaynak akışı, 2003-2013 döneminde 470 milyar dolara kadar çıktı ve on yılda döviz fiyatını (Dolar, 1,5 TL) sabite yakın tutarken görülmemiş boyutta bir ithalat ve ithalata dayalı büyüme ile “Tatlı hayat” dönemi yaşattı.

AKP, özellikle parti devleti kurma hedefiyle palazlandırmak istediği yandaş sermaye kesimlerini, Toplu Konut İdaresi ve Emlak Konut kurumları üstünden  İstanbul rantı odaklı himaye etti. Küresel kente dönüştürme iddiası altında İstanbul’un rantı, sermaye birikiminin asli unsuru haline getirildi. Kamu kaynakları ve arsaları kullanılarak lüks konut ve ofis inşası ile sürdürülen doludizgin betonlaşma, 2010 sonrasında, kamu- özel ortaklığı , mega proje isimli “kayırmacı altyapı” inşaatlarıyla sürdü. Üçüncü köprü, Üçüncü Havalimanı, Avrasya Tüneli, Galataport, İstanbul Finans Merkezi türü yapılaşmalar, Türkiye’nin en ağır sorunlarından olan İstanbul-Anadolu arası bölgesel eşitsizliği iyice pekiştirdi. İstanbul’un, ihtiyacı olan, seyrelme, yükünü ve nüfusunu azaltma beklentisinin tersine,  “Azman birikim metropolü” olma özelliği pekişti. Nüfusu kısa sürede 16 milyonu aşan İstanbul’un kişi başına geliri (üretimi) azalmak yerine, arttı ve en yakınındaki komşu iller ile farkı azalmadı, arttı.

 

 

 

Kaynak:TÜİK veri tabanı

AKP iktidarında 2004’te  İstanbul ile Kocaeli arasında 100’e 90’a yakın olan kişi başına üretim farkı, 2017’ye gelindiğinde 100’e 80 boyutuna çıktı. Oysa, olması gereken İstanbul’un üretim yükünü azaltmak, Anadolu’da yeni çekim merkezleri oluşturarak üretimi İstanbul’dan Anadolu’ya kaydırmak, bununla iç göçü yavaşlatmak ve İstanbul’un kültürel ve tarihi varlıklarını korumaya almaktı, kentin yükünü hafifletmekti.

AKP iktidarı, tersine, İstanbul’u, inşaat odaklı büyümenin merkezi olarak kullandı ve büyük tahribatlara yol açma pahasına İstanbul’un üstünde adeta tepindi. Ne var ki, dış borçlanmaya ve ithalata dayalı bu inşaat odaklı büyüme, AKP’yi 2013 sonrası daraltmaya başladı ve 2018 Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile adım adım derin bir krize sürükledi.

Tükeniş ve nasıl bir gelecek

AKP, 2001’de ağır toplumsal bedeller ödenerek elde edilen yeniden büyüme, küresel birikim zincirine daha istikrarlı, akılcı eklemlenme imkanını , tek adamın parti devletine dönüştürme siyasi ihtirası uğruna heder etti. Kifayetsiz muhterislik örneği bu süreçte iktidarın ilk  on yılında, dünya ekonomisinden yaklaşık 470 mliyar dolar dış kaynak kullanımı, İstanbul ekseninde, inşaat odaklı bir serüven ile ziyan edilirken, takip eden 11 yılda yabancı kaynak girişi 131 milyar dolara geriledi.

 

 

Kaynak:TCMB veri tabanı

AKP döneminde küresel sermaye ile kurulan yoğun ilişkiden geriye kronik döviz açığı (cari açık), ağır bir dış borç yükü, her yönden kutuplaşma, kayırmacılık, liyakatten uzak bir devlet yapısı,  tahrip edilmiş bir İstanbul varlığı ve gelir uçurumu büyümüş bir Türkiye, bütün bunların üstünde bir totaliter siyasi sistem enkazı kaldı.

En geç bir yıl içinde yapılacak genel seçimlerden, AKP’nin yeniden iktidar çıkması pek mümkün görünmüyor. İktidarı, enkazıyla birlikte devralacak muhtemel koalisyon hükümetinin, topluma vaat ettiği tek adam sisteminden güçlü parlamenter sisteme geçiş programı, dünya kapitalizmi ile yeniden eklemlenmenin formatını net bir biçimde tanımlamalı ve bunun topluma vaat ettiği gelecek şeffaflık içinde anlatılmalıdır.

Açık olan şu ki, Türkiye ekonomisi, hem devralacağı enkaz yükümlülükleri hem kurgusu itibariyle, dünya ekonomisinden kaynak ummayan bir programı kısa vadede taşıyabilecek durumda değildir. Ancak bu, can havliyle küresel kapitalizme, onun çatı örgütü IMF’ye kayıtsız teslimiyeti gerekli kılmaz.  AKP’den devralınacak enkazın kaldırılmasında, politik ve ekonomik dönüşümde Avrupa Birliği’ne dönük bir eksende olmak kaçınılmazdır.

Öncelikle, içeriye ve dışarıya güven verecek, TL’ye yeniden değer kazandıracak , dış yatırımcıyı yeniden ülkeye çekecek bir dönüşüm, acil gündemi oluşturacaktır. İzlenecek akılcı para ve maliye politikalarının sosyal yükünü alt ve orta sınıflardan çok, üst sınıfların, özellikle de kayırılmış sermaye kesimlerinin daha çok üstlenmesi kaçınılmaz bir taleptir.

Gıda enflasyonu başta olmak üzere, halkın geçim sorunlarına doğrudan etki eden mal ve hizmetlerin arz ve talebinde acil önlemlerin yürürlüğe konulması, kamucu müdahale programlarına baş vurulması, bunu yaparken, tarımı, dolayısıyla Anadolu’yu ayağa kaldıracak bölgesel tercihlere öncelik tanınması oldukça önemlidir.

Güçlendirilmiş parlamento ve onunla birlikte akılcı, merkezi bir planlama süreci, yerele söz hakkı tanıyarak, mekanda adaleti gözeterek, İstanbul-Anadolu dengesizliğini azaltmaya da öncelik vermelidir. İstanbul, müflis paradigmanın “küresel kenti” tanımlamasının dışına çıkılarak yeniden işlevlendirilmelidir. Elbette, jeopolitiğinin sağladığı imkanlar değerlendirilmelidir ama bu, bugüne kadar olduğu gibi, İstanbul’a ağır bir nüfus ve üretim yükü bindirilerek yapılmamalı. İstanbul, bunun yorgunluğunu artık taşıyamamaktadır. Doğası, tarihi, kültürel varlıkları bu yükün altında ezilmektedir.

Gelişigüzel “küresel kent” tanımları, bunu “veri alan” vizyon tasarımları, soruna çözümden çok, kaynak ve zaman kaybı getirebilir. Sorunun özü ile yüzleşilmedikçe, “Vizyon” adı altında yapılmak istenenler, sadece sonuçlarla didişmekten öteye gidemeyecektir. Önemli olan sorunları ortaya çıkaran yapı ile yüzleşmek, onu dönüştürmektir;  işlevde ısrar yanlışlığı, onun yarattığı sorunlar yumağında patinajdan başka bir şey getirmeyebilir.

Written by Mustafa Sönmez