Sosyal tarihçiler şöyle yazacaklar; Devrim isimli ahu, 2013 Haziran’ında İstanbul tepelerinde görüldü. Taksim meydanına indi, ağacı korumak için isyan eden gençlerin ve onları sürüklediği milyonların, dalga dalga büyüyen Türkiye halklarının kapısını çaldı. Çocuklar hemen kapıya koştular. Ama ne yazık ki, kapının mandalını çevirmeye boyları yetmedi, uzandılar, zıpladılar kapıyı açamadılar. Devrim isimli ahu, güzel gözleriyle aralıktan onlara baktı ve süzülüp gitti,  adeta tekrar görüşürüz, diyerek…

Gelmez, buralara hiç uğramaz denilen devrim, Gezi direnişiyle geldi,elle tutulacak kadar yaklaştı. Ama, heyhat !…Onu gördük, elimizi uzattık ama yetişmedi boyumuz, büyümemiştik daha. Momenti kaçırdık. Ama hayıflanmaya gerek yok, yine gelir, yine kapıyı çalar, yeter ki bu kez hazırlıklı olalım…

BÜYÜK LEGO

Türkiye siyasi tarihinin bu en büyük eyleminin aktörlerini yan yana getiren, karşı karşıya bulundukları rejimdi elbette. İktidar demiyorum “rejim” diyorum. AKP, her düzeyde , siyasi, ekonomik, kültürel tüm düzeylerde hegemonya inşasını sürdüren, bunun tüm gereklerini yerine getiren bir akım. Bunu yaparken toplumun çok farklı kesimlerini sindirdi, sindiriyor. Etnik, dinsel, cinsel, sınıfsal, kentsel, bölgesel …bir dizi “öteki” yarattı ve kendi hegemonyasının inşasında  milyonları buldu mağdurlar. AKP, sıradan “merkez sağ” bir iktidar olsa, bu kadar mağduru olmazdı, farkı anlamak gerek.

Ancak  toplumun çok farklı sınıf ve tabakalarından olsalar da, gerçekten AKP rejiminin mağduru olanlar, bu niceliksel fazlalık ve çeşitliliklerine karşın yan yana gelemediler. Hiçbir siyasi akım, parti de bunu beceremedi.Oysa siyaset,  tam da buydu. AKP rejiminden herkes birkaç yönlü mağdurdu elbette ama,  herkesi dikine kesen bir şey olmalıydı, herkesi altında toplayacak. Meğer o bir ağaçmış. Simge olarak Gezi’nin ağacının dalları tüm AKP mağdurlarını altında toplamaya yetti. Kentin yeşili, kamusal varlıklar öyle talan halindeydi ki, bu üstelik herkesin gözüne sokularak RTE’nin tüm küstah ve azarcı tavrıyla öylesine fütursuzca yapılıyordu ki, Gezi’nin ağacı herkesi bir araya toplayan muazzam bir çekim gücü oldu. Birinin tam da buradan, hem de en meşru halkadan direnişi başlatması yetti. O direnişe gösterilen polis terörü tüm mağdurların ayaklanması için yeterli oldu. Kavgayı duyan geldi. Stadyumda polis copuyla hesabı olan taraftar geldi, köprüye Yavuz Selim adının verilmesiyle derdi olan Alevi geldi, emekçisi, memuru,işsizi geldi, güvencesizi geldi, feministi, eşcinseli, anti-kapitalist müslümanı…derdi olan kim varsa koştu geldi. Dili baskıyla tutulan herkesin dili çözüldü,  konuşmaya, bağırmaya başladı. Çoban ateşi etrafına tüm üşüyenleri topladıkça ateş büyüdü, oradan Ankara’ya, İzmir’e öteki Anadolu şehirlerine yayıldı. 

Y KUŞAĞI

Kente ,kentin ağacına sahip çıkmak, bundan dolayı da polisten zulüm görmek etrafında ifadesini bulan büyük isyana, bildik sol partiler, gruplar, sendikalar, hareketler anında omuz verdi ama hareketin rotasını belirleyen ve kendini gösteren “Y (WHY)  kuşağı” diye adlandırılan, çoğu beyaz yakalı , iyi eğitimli yaş ortalamasının 28 olduğu rivayet edilen kesim oldu. Bu kuşak üstüne çok “efsane” yazılıyor ama unutulan bir şey var; Bu motor gücün bir kısmı, anneleri-babaları, yakınları12 Eylül zulmü yaşamış ve onların mağduriyetleri,hikayeleri ile büyümüş bir grup. Bir kısmı hiç de apolitik değil, inadına politik, ama akacak nehir yatağı bulamadığı için “apolitik” görünüyor. Sürükleme güçlerine gelince, onun üstüne iyi düşünmek gerek. Lenin, 20’nci yüzyılın başında devrimi sürükleyecek gücün metal işçileri olduğunu yazar. Neden? Çünkü metal, o dönemin hegemonik sektörü ve metal işçileri en nitelikli işçilerdir. Bugünün en nitelikli “işçileri”nin iletişim,finans, sağlık,eğitim , diğer servis sektörlerinin “Y kuşağı” olduğunu bir tez olarak öne süremez miyiz?

ORKESTRA ŞEFİ

Bu muhteşem kalkışmaya katılan bileşenlerin, iki haftayı aşkın deneyimleri boyunca  etkili bir merkeze(orkestra şefine) ne ihtiyacı oldu, ne zamanı. Oysa, her şey öyle hızla gelişiyordu ki, bir anda memlekette “ikili iktidar” oluştu ve devrim gerçekten de kapıyı çaldı. RTE’yi ve rejimini ürküten, çileden çıkaran, “yüzde 50’sini” sokağa sürmekle tehdite yönelten, kimyasını bozan da bu oldu. Kitleler olağanüstü bir sinerji yaratarak her şeyi değiştirmenin eşiğindeydiler ama değişimde orkestrasyonu  üstelenecek bir “merkezi irade” yoktu. Böyle bir “hegemonik merkez”, (farklı bir parti), kapıyı çalan devrimi içeri buyur etmek için kapının mandalını çevirebilirdi. Ama ne yazık ki, yoktu, oluşamadı.

Ama hayıflanmaya gerek yok. Mağdur çok, mağduriyet çok.  Çok farklı renkten, kimyadan bileşen yan yana gelebildi ve birlikte eylemliliğin ne olduğu öğrenildi bir kere. Gezi deneyiminin verdiği muazzam özgüven ve sorun çözme kapasitesinin keşfi ile artık bu da yapılabilir. Devrim kapıyı her zaman çalar, yeter ki, o geldiğinde kapının mandalını çevirecek kadar büyümüş olsun devrimciler…

 

Written by Mustafa Sönmez