Trafiğe yılda 500 bin araba çıkınca…
Trafik, can bezdiren trafik, çıldırtan trafik…Özellikle İstanbul başta , büyük kentlerin giderek büyüyen çilesi…Toplu taşımacılığı…
Cumhuriyetin 90 yıllık tarihinde, 2002 yılı önemli bir kilometretaşı. Bu tarihten sonra ülkeye giriş yapan mal ve sermayenin büyüklüğü, önceki dönemlerden çarpıcı biçimde farklı büyüklükte. 1984-2001 dönemi ile karşılaştırdığımızda, 2002 sonrasında, yani AKP rejiminde giriş yapan sermayenin önceki dönemi 6’ya katladığını görebiliyoruz. Böyle bir sermaye girişinin hikmetinin AKP ile ilgisi olmadığını, 2001 krizi ve öncesinde yolunun döşendiğini, dünya konjonktürünün de bu akışa yardımcı olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Toplamı 485 milyar dolara ulaşan 2002 sonrası sermaye girişinin ülkede yıllık ortalaması yüzde 5’e yaklaşan bir büyüme yaratmış olması, madalyonun ışıltılı yanı.Ya öteki yüz? Öteki yüzde, özellikle borç yaratan sermaye girişinin altında kalındığını belirtip detaylara geçelim.
Birincisi, iç tasarrufu yeterli olmayan ülkelere dışarıdan sermaye girmesi, ilk elde istenir bir şey.Ama önemli olan dış sermayenin ne tür beklentilerle geldiği ve/veya içeride bu olanağın nasıl kullanıldığı. Türkiye benzeri birçok Asya ülkesi, giriş yapan yabancı kaynağı, daha çok doğrudan yabancı sermaye olarak kullandılar, yabancı kaynak ile sanayilerini geliştirdiler hem de ihracata dönük büyüttüler, bu sayede cari açıklarını azaltıp hatta cari fazla veren ülke durumuna geldiler. Ya Türkiye? Türkiye, bunun tersine, yabancılara, Telekom,Tekel, Petkim gibi devlet tekellerini, bankalarını satarak sermaye girişi sağladı. Yabancı sermaye, spekülatif karlar için borsaya ve dışarıya göre faizi cazip devlet kağıtlarına geldi. Son olarak da özel firmalara kredi olarak aktı. İşte şimdi burada, en önemli risk alanına gelmiş bulunuyoruz. Şirketler, abartılı biçimde hem banka sisteminden, hem dış finans kuruluşlarından döviz kredisi ve/veya dövize endeksli kredi kullandılar. Hem de katlanan biçimde.
2003 sonunda reel sektörün, şirketlerin dış borç yükümlülükleri henüz 50 milyar doları bulmamıştı ve dışarıda da mevduat,yatırım vb. şeklinde 30 milyar dolar varlıkları vardı. Yani, açıkları 18,5 milyar dolardan ibaretti. Varlıkları, borçlarının yüzde 61’ini karşılayacak durumdaydı. İzleyen yıllarda, dövizde dalgalanma görmeyince ve borç verenleri de eli açık görünce, borç kamçısını kullanmaya devam etti “yiğitler”. 2008’e gelindiğinde şirketlerin toplam dış yükümlülükleri 153 milyar dolara çıkmıştı. Bu, 5 yılda yüzde 212 artış demekti. Varlıkların borçları karşılama oranı yüzde 52’ye gerilemişti. 2008 sonu ve 2009 ortalarına kadar olan dönemde ekonomi küçülüp sermaye çıkışı yaşanınca döviz kuru da yükseldi. Bu ,şirketlerin borçlanma iştahlarını biraz kaçırdı, dışarıdan da gelenler soluklandı. Ancak 2010 başlarından itibaren borçlanma hızlandı. 2012’nin ekim ayı sonu itibariyle şirketlerin dış yükümlülükleri 220 milyar dolara yaklaşıyor ve varlıklarıyla bunları karşılama güçleri yüzde 40’ın altına inmiş durumda. Bu oran, IMF gibi kuruluşlarca alarm verici bulunuyor. İstendiği kadar bütçede mali disiplinden, devletin kamu borçlarının seviyesinin düşüklüğünden söz edilsin, esas tehlike budur; şirketlerin etine buduna bakmadan yüklendikleri dış borç riskidir.
***
Şirketler bu borçlarla ne yaptı? Bununla, bazıları, özelleştirmeden şirketler satın aldılar. Ayrıca, yeni yatırımlar için, ithalatlarını finanse etmek için de kullandılar. Sanayiden çok, inşaat-gayrimenkul, iletişim, perakende gibi döviz kazandıran değil, döviz harcatan sektörlere ,iç pazara dönük, ithalata bağımlı, dolayısıyla cari açığı büyüten yönelişlerdi bunlar.
Yabancı kaynağı çekmek için döviz kurunun düşük tutulması, şirketleri dövizle ya da dövize endeksli borçlanmada cesaretlendirdi. Öyle bir yere gelindi ki, iktidarın nasılsa kur şoklarına izin vermeyeceğine kanaat getirip daha gözü kara borçlandılar. AKP rejiminin politikalarına uygun dümen tutan Merkez Bankası, bugünkü haliyle yüzde 30’a yakın aşırı değerlenmiş döviz kurunu korumaya çalışıyor. En ufak bir kur şokunun, sadece kur farkı yüzünden şirketler alemini alabora etmesi işten bile değildir.
Türkiye 2002 sonrası sermaye girişine gark olmuş ama bu kaynağı olumlu kullanamamış, cari açığı büyüten, borçlanmaya morfinman derecesinde bağımlı kırılgan bir yapı oluşmuştur. Şirketlerin karnesini biz uydurmuyoruz, Merkez Bankası herkese duyuruyor. İsteyen, bir şey olmaz diye karanlıkta ıslık çalmaya devam etsin. Gelinen yer iç açıcı değildir.