Karşı Gazete’de Kutlu Esendemir’in sorularına verilen yanıtlar…

krTürkiye, AKP ve Gülen Cemaati arasında esen sert fırtınayı ve 17 Aralık operasyonu sonrası ortaya saçılan rüşvet görüntülerini konuşuyor. Gün geçmiyor ki; bu yolsuzluk ve rüşvet ağına ilişkin telefon kayıtları internete düşmesin. Yazar Mustafa Sönmez, Türkiye’nin önde gelen ekonomistlerinden. Geçen hafta çıkan, “AKP-Cemaat: Çatışmadan Çöküşe” kitabıyla son dönemde yaşananlara mercek tutan Sönmez’le, yolsuzluk ve rüşvet çarkını ve bu “çatışmalı” dönemi  konuştuk.

Yıllarını Türkiye ekonomisine kafa yormuş bir yazar olarak, Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Arslan’ın evinden çıkan ayakkabı kutularına konan milyon dolarları görünce ne hissettiniz?

AKP kendini dokunulmaz hissedecek kadar fütursuzlaştı. Arkasında çok büyük açıklar, boşluklar bıraktı. Günün birinde bu açıklardan çok kontratak yiyecekti. Ayakkabı kutusu vakası patlayınca da, “İşte film başladı” dedim kendi kendime; “Cemaat harekatı başlattı.” İçinde Halkbank geçen bir skandal benim için sürpriz olmadı. İran’dan doğalgaz alımı ve bunun bedelinin banka üstünden döviz olarak ödenmesine ABD’nin koyduğu ambargoyu aşmak için Halkbank üstünden yapılmış görünen altın ihracatı kılıklı transfer, eninde sonunda ayağınıza dolanacaktı. O nedenle şaşırtmadı.

Bir bankanın genel müdürü neden evinde 4.5 milyon dolar para tutar?

Normalde tutmaz. Ama ortada normaller değil, anormaller var. Ama bu anormallikleri, normal gibi yaşayan bir egemenler takımı var. O paraya kim ne kılıf bulursa bulsun, o para Zarrab ya da Sarraf, her kimse, kaynaklı bir rüşvet parası. Yok bağışmış, İmam hatip parasıymış, utanmazca yalanlar, kılıflar. İçinde Halkbank’ın, onun genel müdürünün de olduğu bir dolap söz konusu. Ne kadar üstünü örterlerse örtsünler, günün birinde hikaye bütün açıklığıyla ortaya çıkacak. Hatta saklanan Ali Babacan gibi aktörler de ortaya çıkacak.

Neden Babacan?

Çünkü Halkbank, doğrudan Ali Babacan’a bağlıyken bu kadar dolap dönerken Ali Babacan nasıl sütten çıkmış ak kaşık gibi ortalarda, biri gelip anlatsın, anlayalım…

Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış’ın evindeki para sayma makinesi, kasalar ve babasının sorusu üzerine, “Evde 1 trilyon var” sözleri, sizin için nasıl bir ipucunun ifadesi? 

Pervasızlık, hatta insanı çileden çıkaran bir meydan okuma… Kendilerini o kadar dokunulmaz görüyorlar ki, telefonlarının dinlenmesi ihtimaline rağmen, “Kimse bize birşey yapamaz” havası egemen. “Bu babalar ve oğulları, bu tezgahın nasıl içinde, ne yapıyor bunlar?” diye düşünmeden edemiyor insan. Tabii biraz kafa yorunca anlıyorsunuz. Rüşvet çarkının içinde aslında, “Kamu görevlisi” statüsünde bakanlar, Başbakan var. Ama devreye en yakınlar, oğullar alınmış, kestaneleri ateşin üstünden onlara aldırıyorlar.

Niçin çocuklar?

Tedbir olsun diye. Suç ortaya çıkarsa rüşvet sayılmayacak. Neden? Çünkü rüşvet olması için üstünde para yakalananların kamu görevlisi olması gerekiyor. Ama işsiz, güçsüz ya da işleri bu tezgahın bir parçası olmak olan oğullar yakayı ele verirlerse, kılıf hazır: “Hediye almış olamaz mı?” Nasıl baba bunlar, insan kendi öz evladını böyle işlere koşar mı?

Reza Zerrab sizce nasıl bir figür?

Belli ki, çekirdekten yetişme. ”Fahişe ile memurun bahşişini peşin ödeyeceksin” dersini dedesinden alacak kadar çekirdekten yetişme… Hep altın işinin içinde olmuş. Uluslararası transferlerde kolaylıklar temin etmek için bağlantılar kurmayı ve onun gereği rüşvetleri, hediyeleri -buna kadın temini dahil- bulup buluşturup adrese teslimi gayet iyi bilen, kaz gelecek yerden tavuğu sakınmayan, tam anasının gözü bir figür. Ama tekin de değil. “Gerektiğinde satarım hepinizi” diyecek kadar da pazarlıkta usta bir figür.

Zerrab, Başbakan ve Kabine için çok makbul bir işadamı. Kendisi bu kudreti hangi ilişkiler ağı üzerinden kurmuş olabilir?

Anlaşıldığı kadarıyla,  Zarrab, İran devletinden bir tür mültezimlik işi almış. “Transfer edemediğiniz alacaklarınızı ben hallederim. Altına dönüştürüp ülkeme ihraç etmiş gibi gösteririm. “Buna yardımcı olacak bakan, başbakan , tüm ilişkileri ayarlarım. Bahşişlerini veririm. Ülkemin alacağını transfer eder, zahmetimin karşılığını da alırım” diye. İran hükümeti, bu dolabın az çok farkında. Alacağın transferi için kurulan tezgahın, sadece İran alacakları için kullanılmadığı, başka kara paraların aklanmasında da kullanıldığı anlaşılıyor. Operasyon tamamlansaydı, fotoğraf ve öteki bağlantıların tümü ortaya çıkabilirdi ama şimdilik üstüne toprak örttüler.

Şimdilik mi?

Evet. Şişman kadın sahneye çıkmadı henüz ve o çıkmadıkça opera bitmez; bilirsiniz.

Zerrab’ın, eski Bakan Zafer Çağlayan’a armağan ettiği 700 bin dolar’lık satin, konuşulan milyar dolar arasında doğal karşılanması gerekmiyor mu?

Aslında ben bu rüşvet çarkının kişilere özel, bal tutanın parmağını yaladığı, tutamayanın havasını aldığı bir tezgah olduğuna inanmıyorum. O saat de dahil olmak üzere alınan tüm rüşvet ve avantalar, Başbakan’ın bilgisi dahilinde ve rüşvet havuzunun kayıtlarına giriyor. Belki çok azına gözy umuluyordur. Kimse Recep Tayyip Erdoğan’dan habersiz hediye, rüşvet alamaz.

Neden?

Çünkü bunu göze alamazlar. Tüm ganimetlerin oğlunun (Bilal Erdoğan) katipliğini yaptığı bir merkezde toplandığını düşünüyorum. Tayyip Erdoğan’ın, Güler’e, Çağlayan’a, oğullarına, Egemen Bağış’a avanta koklatacağına inananların aklına turp sıkarım. Bağımsız, adil  bir yargılama olsa göreceğimiz manzara, son derece iyi kayıt kuyut altında olan bir rüşvet havuzudur.  Başka birşey değil.

İbrahim Tatlıses, “Rıza hırsızsa ben de hırsızım” diyor. Ebru Gündeş, kameralar önünde ağlayıp, “mağduriyet gözyaşları”nı kitlelere yayıyor. Bu noktada yaratılan algı, sizin tarafınızdan nasıl okunuyor?

Bunlar da çetenin tabak yalayıcıları, suç ortakları değil mi? Bunca ortaya saçılan şeye hırsızlık demeyeceğiz de neye diyeceğiz? Cemaat’in Ergenekon, Balyoz gibi entrikalarda kurduğu komploları, sahtecilikleri biliyoruz. Ama bu bahiste, bu rüşvet bahsinde sahteciliğe gerek yok ki. Bunları zaten biliyorduk.

Ne gibi?

Yıllardır inşaat furyasından, kamu ihale kurumundan kaçırılan devlet harcamalarından, özelleştirme furyasından, yandaş medya yaratmak için deveyi hamuduyla götürmelerden bu iktidarın, çevresinin paçasından yolsuzluk aktığını herkes biliyordu. Ama bağımsız yargı yoktu. Güçlü muhalefet yoktu. Denetim mekanizmaları işletilmiyordu, bu yolsuzluklar ortaya çıkarılamıyordu. Şimdi Cemaat’in kapışma saati geldiğinde Erdoğan’ın yumuşak karnına  indirdiler yumruğu. Yolsuzluklara belli bir süre göz yumanlar, şimdi hesap sormanın aracı yaptılar ama olsun. Biz herkesin ne olduğunun, kimin kimle ne hesabı olduğunun başından beri farkındayız. Ama, şu an ortaya dökülen pislikler, açığa çıkan tezgahlar bizi daha çok ilgilendiriyor.

İnternete düşen ve Erdoğan’a ait olduğu ileri sürülen telefon kayıtlarında, Başbakan’ın ekonomi algısına dair nasıl ipuçları elde edindiniz?

Başbakan’ı ve yakın çevresini, başından beri ekonomi, ekonominin geleceği ilgilendirmiyor. Bir ekonomi vizyonu yok Erdoğan’ın. O birçok şey gibi ekonomiyi de araç olarak görüyor. Ulaşmak istediği İslami rejime hizmet edecek bir araç. 2001 krizinden son derece elverişli bir ekonomik miras aldı. Üstüne dünya konjonktürü yüzüne güldü. Bütün bu imkanlarla Türkiye’ye tarihinde olmadığı kadar yabancı para girdi. Doğrudan yatırım, borsaya girişler, kredi biçiminde. Önceki 20 yılda 43 milyar dolar girmişken bunların döneminde yılda 40 milyar dolar, toplamda 400 milyar dolar girdi.

Bu paraların akibeti ne oldu?

Hovardaca kullandılar. İnşaatı özendirdiler. Havacılığı özendiriler. AVM’ciliği özendirdiler. İhracat yapmış görünüp misliyle ithalat yaptılar. Tarımda bile bile ithalatçı yaptılar ülkeyi. Bütün bunların üstünden avantaları alıp, “örtülü ödeneğe” parallel, bir örtülü parti bütçesi düzenlediler ve rejim inşası için tepe tepe kullandılar bu paraları. Sonunda kendilerini bölgesel güç sanıp ABD’nin tepesini attırdılar. Ali Babacan önceki gün bir demeç vermiş. “Geçen yıl 2,5 milyar dolar bağış yaptık muhtaç ülkelere” diye. Oysa biliniyor ki, devletin 120 milyar dolar, özel sektörün 260 milyar dolar dış borcu var. Ayranın yok içmeye ne bağışı yapıyorsun?

Bir medya patronunun, Başbakan’ın kendisini azarlaması üzerine gözyaşlarını koyuvermesi sizi de üzdü mü?

Beni üzdü, evet. Fanatik bir Beşiktaşlı olarak ayrıca üzdü. Erdoğan Demirören, bildiğim kadarıyla Beşiktaş’ta kaleci kazağı giyecek kadar Beşiktaşlı. Oğlu Başkanlık koltuğunda oturdu. Baba, perde arkasından, oğlu önde durarak Beşiktaş’ı yönettiler.  Daha doğrusu borca batırdılar. Bunlarla böyle bir kesişmemiz olduğu için çok üzülüyorum. Hatta utanıyorum.  Sen, İstiklal Caddesi’nde, projeye aykırı olarak, yerin altına bilmem kaç kat, üstüne bilmem kaç kat eklersen, Ağa Camii’ni bile çatlatırsan, otoriteye rehin düşersin. Peşin peşin yuları kaptırırsın. Sonunda adam da senin üstünde böyle tepinir, aşağılar, ağlatır.

Bu ses kayıtlarıyla birlikte yeni sözcükler hayatımıza girdi. Örneğin, Bilal Erdoğan’ın 30 milyon avro’yu,  “sıfırlayamaması.” Sıfırlamak nedir hocam? 

“Sıfırlamak” demek şu: “Çalıntı malları üstümüzde yakalamasınlar. Kılıflar bul. Emanetçiler bul. Minareyi çalmıştık, kılıfı ihmal ettik. Elini çabuk tut, kılıf bul” demek. Fakat ne para birikmiş ki, o kılıfa sok, bu kılıfa sok, gece gündüz didin, yine sonu gelmiyor kardeşim. “Sıfırladık, elde 30 milyon avro kaldı” diyor hâlâ oğul. Havuz problemi gibi: İki musluktan akanları bir muslukla boşaltmaya kalksan tabi ki havuz bir türlü boşalmıyor… Sıfırlanamıyor. Ortalıkta  suç delilleri ile duruyorlar işte.

———–kutu———–

AKP’yi aşağı çeken sadece Cemaat değil, sokak muhalefeti

 “AKP-Cemaat: Çatışmadan Çöküşe” adlı yeni bir kitabınız henüz piyasaya çıktı. Çatışmadan önce AKP ve Cemaat, hangi ekonomik olgularda buluşmuştu? 

Milli Görüş’ten dönme AKP’yi,  Cemaat ile koalisyona sokan ekonomik boyut, ikisinin de neoliberalizme imanları oldu. Milli Görüşçüler, önceden Erbakan tarzı ekonomiye iman etmişlerdi. İçe kapalı, AB ile, Batı ile bütünleşmeye karşı İslam ortak pazarını savunma, IMF ile uyuşmama, içeride TÜSİAD’ı hasım görme gibi. AKP, Milli Görüş gömleğini çıkarırken, bu ekonomik rotadan da ayrılıp, tam da Gülen Cemaati’nin benimsediği küreselleşme, neoliberalizm, özelleşme, metalaşma, ticarileşme eksenine konuşlandı. Böylece ortak bir zeminde buluştular. Bu, tabii ekonomik boyut, uzlaştıkları başka zeminler de oldu.

AKP ile Gülen Cemaati arasındaki çatışmanın ana dinamiklerinde neler mevcut ?

AKP’nin 11 yıllık tarihinde bir yükseliş, bir de düşüş dönemi var. Yükselişini hazırlayan koşullar, onun inişinde de etkili oldu.

Tüm fırtına Hükümet’in dershanelerin kapatılması kararının ardından mı koptu?

Dershaneler, çok yönlü bir çatışmanın halkalarından biri. AKP’yi inişe geçiren diğer boyutlarla birlikte büyük resmi görmek ve çatışmayı yerli yerine oturtmak gerekiyor. Şu an AKP-Cemaat çatışması ön planda ama AKP’yi aşağı çeken başka dinamikler de var.

Nedir bunlar?

1-Dış desteğin zayıflaması, ABD’nin “ılımlı İslam” formülünden vazgeçmesi, Bölgesel güç vehmine kapılan Erdoğan’lı AKP’yi “çizmesi.”  2- Artan otoriterleşme ve başkanlık eğilimleri ile iktidardan dışlandıklarını hisseden Fethullah Gülen Cemaati’nin direnci ve çatışma. 3- Dış kaynakla büyümenin yarattığı cari açık kırılganlığı, dünyada değişen parasal iklime uyumsuzluk. 4-  Özgürlüklerine sürekli kısıtlama getirilen her sınıftan muhalifin sokağa çıkışı ve Gezi İsyanı; artan Kürt muhalefeti ve cesaretlenen CHP. Cemaat, bugün ABD adına da çatışıyor. Ama AKP’yi aşağı çeken sadece Cemaat değil, sokak muhalefeti, Kürt muhalefeti ve Cemaat ile birlikte davranan CHP-MHP muhalefeti de var. Tabii ki, AKP üstünde, artık yönetemediği ve çıkmaza soktuğu ekonomik sorunlar yumağının basıncı da var.

 

Written by Mustafa Sönmez