Merkez ve Çevre krizin neresinde (2)
ABD öncülüğünde, “merkez” ülkelerin en azından önemli bir kısmının, yeniden bir büyüme ivmesi yakalayıp krizi…
2007-2008 küresel krizi bütün dünyayı “ Bu kriz o kriz mi?” dedirtecek kadar kasıp kavururken ülkelerin politik yapılarını sarstı. Bununla kalmadı, dünyada güçler dengesinde belli değişimlere yol açtı. Yeni güçler öne çıkarken eskileri görece kayıplara uğradılar.
Krizin yönetimi başlı başına sorun oldu. 2007 öncesine kadar hayat kolaydı. Her türden-liberal,sosyal demokrat yönetim için neoliberal birikim süreci ekseninde iyi-kötü gidiyordu işler. Ama kriz patlayınca , eski yönetim tarzları geçersizleşti. Faturayı birilerinin ödemesi gerekiyordu. Yükün paylaşımında adaletsizliği sezenler kazan kaldırdılar. Özellikle AB’nin güneyinde, İspanya, Portekiz,Yunanistan,İtalya derinden yaşadılar krizi. 1990’da duvar yıkıldıktan sonra kapağı AB’ye atarak “yırtma” derdindeki eski Balkan ülkeleri, Doğu Avrupa hatta Baltık ülkeleri önemli altüst oluşlar yaşadılar. Küreselleşmenin sonuçlarından çok, küresel kapitalizme yeterince eklemlenememenin sorunlarını yaşayan Arap ülkeleri ise bir başka kavganın içinde buldular kendilerini.
SOSYAL DEMOKRASİ
Sosyal demokrasi, bir yönetim biçimi olarak, daha çok 1945-1980 dönemine yani Keynesçi birikim rejimine denk düşüyordu. “Kapitalizmi yönetmek ama emeğin çıkarlarını koruyarak, yönetmek…” Temel çizgi buydu. Son icraatçı olarak Mitterand’dan söz edebiliriz. 1981’de Sosyalist ve Komünist Partiler’in ortak programıyla iktidara gelen Mitterand bu çizgide değişen iklime rağmen ısrarla kalmayı denedi ama erken pes etti . Sonraki yıllarda Avrupa’daki sosyal demokrat/sosyalist partiler neoliberalizm gerçeği ile yaşamayı var olabilmenin kaçınılmaz koşulu gibi gördüler ve neoliberalizmi arada bir idare eden bir sosyal demokrasi göründü sahnede. Ama, artık görüntüsü, adı sosyal demokrasi, özü küresel sermayenin acımasız koşullarını icra eden merkez sağ bir partiden farksızdılar aslında.
Neoliberal birikim yolculuğunun sorunsuz sürdüğü zamanlarda iktidara , yine oyunun kurallarına uygun oynamak üzere gelmiş sol liberal demenin daha doğru olacağı sosyal demokrasi için, bu dönemde sorun yoktu. Özellikle ABD ve kimi AB ülkelerinde yaşanan likidite bolluklarının ihsan ettiği büyüme yıllarında, kimse “sosyal demokrasi”yi sorgulamayı da iş edinmiyordu.
Likidite bolluğunun getirdiği (acısı sonradan çıkacak) bir büyüme , onun ihsan ettiği istihdam, göreli yüksek ücret, sosyal devlet harcamaları, kitlelerin neoliberalizmle didişmeden yaşamasına, iktidarda kimin olduğunu pek sorgulamasına gerek bırakmıyordu bile. Ta ki, kriz patlayıncaya kadar.
KRİZDE…
Krizin öncesine ve sonrasına baktığınızda, gelişmiş ülkelerde sosyal demokrat partilerin finans kapitalle uyumlarını , hatta krizi üreten koşullardaki veballerini hatırlayacağız. İngiltere, krizin ana tetikleyicisi olan finansal balonlaşmayı Avrupa’ya taşırken iktidarda İşçi Partisi ve lideri Tony Blair vardı. İtalya’da Demokrat Parti, neoliberalizme savrulmada ve sonradan içine düşeceği Avro Bölgesi batağının oluşmasında ağır sorumluluk aldı. Birkaç örnek daha verilebilir.
Gelelim kriz patladıktan sonra sosyal demokrat iktidar icraatlarına. Sosyal demokratlar, kriz öncesinde bazı ülkelerde yönetimdeydiler ve “dolça vita” zamanında durumu idare ediyorlardı. Krize sosyal demokrat hükümetlerle yakalanan ülkelerde sosyal demokratlar felaketi ya da enkazı önlerinde buldular ve politik bir özgünlük göstermeden Avrupa Merkez Bankası ile IMF’den ne reçete geliyorsa, onu uygulamak durumunda kaldılar. Krize merkez sağ iktidarda yakalanan ülkeler için de bu geçerliydi. Yani sosyal demokratı olsun, merkez sağı olsun, neoliberalizmin krizinin yıkıcılığını en azda tutmak için ne kamu müdahalesi gerekiyorsa, aynı standart reçeteyi uyguladılar, krizin yükünü adil dağıtma konusunda çok da farklı tutumlar söz konusu olamadı.Yük, ağırlıkla halk sınıflarına bindirildi.
ACI REÇETE…
Krizin sonuçları da, uygulanan reçete de acıydı. Krizin patladığı mali sektörde işinden olanlara kısa sürede reel sektör işsizleri eklendi. Batık bankaların yenilerini aşağı çekmemesi için devletleştirmelere varan radikalliği de içerecek kadar kamu müdahalesine gidildi. Bunun sonucu bütçe açıkları büyüdü. Yeniden borçlanmaya çıkan kamu, eskisinden daha yüksek faizlerle ancak borçlanabildi ve artan borçları çevirebilmek için bütçenin sosyal harcamalarına, memur maaşlarına, kamu istihdamına, sağlık, eğitim gibi kamu harcamalarına tırpan sallandı. Bunları merkez sağ da merkez sol ya da sosyal demokrat hükümetler de yapmaktan geri durmadı. Politik sonuç ikisi için de aynıydı. İlk seçimde gittiler…
Kriz sonrasında İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın sosyalist partileri, krizin yarattığı tahribatın faturasını halka yıkan programlardan kaçamadılar. Emek sınıfının ortak lanetine maruz kaldılar, doğal olarak.
KARŞI REÇETE ?
Avrupa sosyal demokrasisi, küresel krize hakim paradigmanın dışında ne bir teşhis ne de tedavi önerebildi. Hiçbir zaman IMF ile AMB ile didişmemiş, farklı bir paradigma tahayyülü olmayan “sol iktidar”lar , dönüp dolaşıp aynı programların icraatçısı olmak zorunda kaldılar. Bu kemer sıkıcı politikaları uygularken, faturayı toplumsal sınıflar arasında “gücüne göre” dağıtma becerisini gösteren pek çıkmadı henüz. Fransa’da denenenler bile çok başarılı oldu sayılmaz. Kriz yanardağının yeniden hareketlenmesi karşısında önerebildikleri ancak finans kesimini terbiye edici, denetleyici “Yeni Keynesçi” mekanizmalar. Krizin finanstaki birkaç zıpırın şımarıklığından kaynaklandığına inanmak işlerine geliyor; yapısal, sınıfsal analizlere yatkın değiller.
Küresel kriz gibi esaslı bir dönemeçten sosyal demokrasinin esaslı bir dönüşüm geçirdiğini ve bunu üreterek , yaratarak yapabildiğini henüz göremedik. Hoş, büyük kriz sonrasının yeni toplumsal iklim değişimi sosyal demokrasilik bir alan bıraktı mı, bu bile üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir soru. Geldiğimiz tarihi nokta, , ya liberalizm ya sosyalizm şeklindeki iki şıkkın yanında üçüncü bir şıkka şans tanımıyor gibi. Durumu Türkiye ve CHP açısından yarın tartışırız…