Anayasa değişikliği ile getirilmek istenen “tek adam rejimi”nin gerekliliği , güdümlü medyada , özellikle de AKP’nin kontrolünde tuttuğu televizyon kanallarında umutsuzca savunuluyor. Gerekçe üretmede hiçbir zeka parıltısı yok. Nasıl olsun? Mal berbat, ne kadar allanıp pullansa da seçmenin çoğuna satılması kolay değil. Ama, sahipleri, bu malı satmaya kendilerini mecbur hissediyorlar. Çünkü Anayasa değişikliği ile yasama ve yargıyı yürütmeye, daha doğrusu “tek adam”a tabi kılmaları halinde , ancak yargının, yargıya götürecek yasamanın önünü kesebilecekler. Çünkü, bu projenin temel amacı, AKP liderliği ve yakın çevresinin bugüne kadar işlediği yasa ve Anayasa ihlallerinin hesabının sorulmasının  önünü kesmek, yasal bir kılıf üreterek bundan kurtulmak ve rahat uyku uyumak.

Bu yaşamsal operasyonun bundan başka hiçbir gerekçesi, makul, izah edilebilir bir yanı yok. Bunu yapmaya neden mecburlar? Çünkü, gerçekten de bagajları, yasa ve anayasa ihlalleri ile dolu ve eninde sonunda, günün birinde, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’te dörtte üçlük bir çoğunlukla Yüce Divan’a sevki mümkün. Bugün için muhtemel olmasa da bir gün  mümkün. O zaman da bütün çaba, bu muhtemel olmasa da mümkün şeyi ortadan kaldırmak ve tahayyül edilen tekçi devlet sisteminin inşasıyla,  korunmak için.

Nasıl başladı?

Barajlı seçim sisteminin azizliği ve muhalefetin 2001 krizi bozgununun eseri olarak baraj altında kalmasının sonucu AKP’nin 2002 Kasım’ında elde ettiği tek başına iktidar, “Tanrının ilk lütuflarından biri” oldu. O güne kadar İstanbul başta olmak üzere yerel yönetimlerde iktidarda olan radikal İslam, koalisyon ortağı olarak merkezi yönetimde de şans bulmuş olmakla beraber, böyle tek başına iktidar imkanına  ulaşmamıştı. Şimdi, hem birikmiş dosyaları sümen altı etmenin hem de tek başına iktidar olmanın nimetlerini kullanma zamanıydı.

Hatırlanacak ilk önemli dava, Deniz Feneri ile ilgili olandı. Frankfurt Main Savcılığı tarafından Deniz Feneri e.V hakkında açılan davada, Almanya’da yardım adı altında toplanan paranın, amaç dışı kullanıldığı, Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği ile Kanal 7’nin de bulunduğu çeşitli firma ve kişilere aktarıldığı iddia ediliyordu. Savcılık toplanan 41 milyon Euro’nun 18 milyonunun kuryeler aracılığıyla Türkiye’ye yollandığını da ileri sürdü. Para, AKP için kullanıldı iddiası üstüne, Yargıtay 8. Ceza Dairesi eski Başkanı Naci Ünver Deniz Feneri e.V.’nin Türkiye de herhangi bir siyasi partiye maddi yardımda bulunduğunun tesbit edilmesi halinde bunun ‘parti kapatma gerekçesi’ sayılacağına dikkat çekmişti. Davada adı geçen, RTÜK Başkanı da yapılan Zahit Akman ile Euro 7 kanalı yöneticisi Zekeriya Karaman’a dokunulmadı. Dava, Türkiye’de bir şekilde  kapatıldı.

İhlal, ihlal üstüne

Bu sümen altı cüreti,  yenilerinin izlemesi gecikmedi. Özellikle yargıdaki ve emniyetteki  AKP’nin koalisyon ortağı F.Gülen cemaati kadroları, Ergenekon, Balyoz, Oda TV, FB vb kumpaslarla birçok yasa ihlalini uygulayıp,  “İslami toplum yaratma projeleri” önünde,   kendilerine tehdit olarak gördükleri sivil-asker bürokratları ve laiklik yanlısı,Cumhuriyetçi muhalifleri sindirdiler. Bunu yaparken, demokratikleşmeye destek verdiğini sanan, kimi  kullanışlı ahmak sol liberallerin ve kimi Kürt siyaseti mensubunun da desteğini aldılar.

2007 genel seçimleri, 2009 yerel seçimleri ve 2010 Anayasa değişikliği ile 2011 genel seçimleri sonrası AKP, üst üste seçmen desteğini artırdı. Bu desteğin artmasında, iç ve dış ekonomik rüzgarlar, önemli bir sürükleyici  oldu.

Özelleştirmelerle satıp savmanın getirdiği kaynakla, bol kepçe, yıllık ortalama 40 milyar doları bulan  dış kaynak girişi , daha doğrusu borç akışı ile yıllık yüzde 7 dolayında büyüyen ekonomi, kitlelere sınırlı da olsa iş-aş üretti, kamu gelirleri arttı ve bunlarla “seçmen odaklı” altyapı, sağlık/sosyal yardım harcamaları artırıldıkça AKP’nin yelkeni de rüzgar doldu.

Bu destekle, hem yerelde hem merkezde birçok imar hukuksuzlukları, kayırmacılık, devlet denetiminden uzak icraata yeltenebildiler.  Yargıdaki ve emniyetteki Cemaat hakimiyeti, rejimin inşasını kolaylaştırdı. Büyük sermayenin örgütü TÜSİAD, medyadaki temsilcileri hızla sindirildi, biata zorlandı. Kimisi de yaklaşan felaketi önemsemeden işbirlikçiliği seçti.

AKP ve Cemaat, koalisyon ortakları olarak, yasa ve Anayasa ihlallerini birlikte bagajlarına yükleyip her tür yargı ve yasama engelinden sıyrılıp yükselirlerken, bir birleri hakkında dosyaları da zulalarında biriktirmekten geri durmadılar.

İçerideki yasa ihlallerini diplomasidekiler izliyordu. “Bölgesel güç” olma zehabına kapılarak, büyük yanlışlar yapıldı. 2011’de başlatılan Suriye yangınına körükle giden AKP, Esad karşıtlarına yasa dışı silah transferi gibi iddialarla da başına iş açtı. İran’ın alacaklarına konulan ABD ambargosunu aşma konusunda İranlı Zarrab’a sağladığı kolaylıkların karşılığı bakan ve bürokratların aldıkları rüşvetlerle, bagaj yükü iyice ağırlaştı.

Cemaat ile hesaplaşma

2013 ortalarından itibaren artık AKP “muhafazakar-demokrat” maskesini düşürmüş, gerçek yüzü ortaya çıkmıştı.  Haziran 2013 Gezi direnişi, AKP’nin yüzündeki maskeyi çekip gerçek yüzünü iç ve dış kamuoyuna gösteren büyük ayaklanma oldu.

Gülen Cemaati, 2012’ye doğru , birlikte yükselttikleri rejimin nimetlerinden AKP’nin yeterince pay vermediğinden yakınmaya başladı ve Kürt meselesinde Oslo dosyasını, devamında da 17-25 Aralık 2013’e giden yolsuzluk, usulsüzlük dosyalarını ortaya sürüp ortağını kuşatma yönünde hamle yaptı. Ancak ortak AKP, daha “Yavuz” çıktı ve Cemaatçileri tepeledi. Cemaati, terör örgütü ilan etti ve 2014 yerel seçimleri ile RTE’yi Cumhurbaşkanlığına taşıyan seçimleri almakta da pek zorlanmadı. Ne var ki, 17-25 Aralık dosyaları çok somut belgelerle doluydu ve bunlardan tereyağından kıl çeker gibi kurtulmak artık mümkün değildi. Belgeler, tapelerde somut suç kanıtları  vardı, yasama ve yargı işini yapabilse, Yüce Divan’a gitmeyen AKP’li yetkili kalmazdı. Dahası İranlı Zarrap, çıkarlarının zedelendiğini öne süren ABD’de yargılanmaya başlamış ve 17 Aralık yolsuzluk kanıtları dosyaya girmişti. Oradan da bir tehdit söz konusuydu artık.

Bu durumda, AKP için arkasında, işini yapacak bir yasama ve yargı bırakmamak, onları kontrol altına almak öncelikli meseleydi,  rahat uyku uyumak için bu şarttı. Bu da tüm erkleri tek elde toplayacak “Başkanlık rejimi” hedefine odaklanmayı gerektirecekti.  AKP, seçmen kitlesine de “canlı kalkan” olarak bakıyor ve bu kitlenin rızası,  hem içeride hem dışarıda, dokunulmazlık  zırhı olarak önemseniyordu.

2015 Kırılması

Başkanlık niyetlerini tedavüle sokup nabız yoklayan RTE, Kürt siyasetinden “Seni Başkan yaptırmayacağız” lafını duyunca, baş düşman FETÖ’nün yanına, Kürt siyasetini de ekledi. 2015 Haziran seçimlerinde HDP’nin 6 milyon seçmen ve 80 milletvekili çıkarma becerisi, Başkanlık hevesini ve rejimin bekasını hızla sarstı. Tek başına iktidar fırsatı kalmayan AKP için koalisyon ihtimali bile kâbustu. Koalisyon, çatlak yaratır ve çatlak giderek büyüyebilir, bagajdaki dosyalar yasama ve yargının önüne gelerek Yüce Divan’a gitme  ihtimali yükselebilirdi. Bunu önlemenin yolu, koalisyonun önünü tıkama, yeniden seçimlere gitme ve Kasım 2015’te yapılacak seçimler için MHP’nin milliyetçi-muhafazakar tabanına oynamaktı. Bu, yapıldı. Kasım seçimlerine kadarki zaman zarfında Güneydoğu odaklı savaş ve canlı bomba katliamları tüm ülkede korku ve terör iklimini hakim kıldı. İnsan hakları ihlalleri,medya baskısı tavan yaptı. Sonuçta, MHP’den devşirilen oyların desteğiyle AKP Kasım ayında yeniden tek başına iktidar imkanını buldu.

Kürt karşıtı, anti-demokratik baskıcı siyasetin iş yaptığını gören AKP için,  MHP, stratejik müttefikti artık. Başkanlığa giden yolda, bu ittifakı korumalıydı. Hedefi yakalamada iki baş düşman saydığı FETÖ ile Kürt siyasetine ve demokratik sol-sosyalist siyasete  karşı yığınak artırıldı.

FETÖ’nün özellikle asker-polis içindeki örgütlenmesinin üstüne gidilmeye başlandığı 2016 ortalarında, etrafı kuşatılan FETÖ’cü subayların darbe hazırlıklarına “erken doğum” yaptırıldı ve bu “Allah’ın lütfu” ile ülkeyi süresiz olarak  OHAL ile yönetmenin gerekçesi de ele geçirilerek hem nala hem mıha vurma fırsatı kaçırılmadı.

15 Temmuz ve sonrası

15 Temmuz darbe girişimini, eylem planında önemli bir sıçrama tahtası olarak kullanan AKP, FETÖ’ye karşı hamlesine, kısa sürede Kürt siyasetine karşı hamlesini eklerken MHP ve TSK’nın desteğini de arkasına aldı. Bu ittifakla Başkanlık zamanının geldiğine ikna olan rejim, MHP’nin meclis desteğine güvenerek 2016 sonuna doğru hızla Anayasa değişiklik tasarısını hazırladı. MHP’nin desteğini pekiştirmek için sadece yurt içinde Kürt siyasetine , onun meclisteki milletvekillerine, belediye başkanlarına, onlarla dayanışan tüm sol-sosyalist güçlere darbe üstüne darbe indirmeye ara vermeyen rejim, bununla kalmayarak, sınır ötesinde Suriyeli Kürtlere dönük de adımlar attı.

Esad’a karşı savaşan Özgür Suriye Ordusu’nu kollama amaçlı Suriye’ye giriş, IŞİD karşıtı gibi gösterilse de ,TSK’nın Suriye sınırındaki  Kürt varlığını engelleme beklentisine karşılık vermeyi de amaçlıyordu. Ne var ki, beklendiği gibi olmadı. Suriye’de PYD’yi vurmak mümkün olamadı. Hem ABD, hem Rusya,  Türkiye’nin PYD karşıtlığını anlamıyor ve onlara darbe indirme fikrini paylaşmıyorlardı. Dahası, bölgenin geleceğine yön verme konusunda Türkiye ve İran’ı bir masa etrafında toplayan Rusya’nın yeni Suriye Anayasası önerisinde, PYD’nin, yani Kürtlerin yeni Suriye’de temsili öngörülüyordu. Tüm etnilere ve dinlere mensup gruplara  özerk yönetim, ana dilde eğitim ve yerel meclise  sahip olma konularına sıcak yaklaşılıyordu.

Anayasa değişiklik taslağını meclisten geçirmede, gizli oy yerine, yer yer milletvekillerini açık oy kullanmaya zorlayan , böylece bir kez daha Anayasayı ihlal eden AKP, MHP milletvekillerinin bir kısmının da desteğini sağlayarak, yasayı meclisten geçirmeyi ve Saray’a taşımayı başarmış oldu. Ama şimdi sırada Nisan ayında halkoylamasından Evet oyu çıkarma sorunu var.

Bu, hem AKP hem MHP tabanının “Evet” oyu kullanmasını sağlamaktan geçiyor.

“Hayır” başarılabilir

Referandum çantada keklik değil. Saray tarafından sindirilmiş, korkutulmuş AKP kadroları kadar AKP seçmeni içinde de bu son cinnete ortak olmama konusunda önemli bir itiraz var, ama  bu, sandık öncesi açığa vurulmuyor.

MHP tabanında, bu cinnete onay vermenin, bırakın MHP olarak ayakta kalmanın, seçme-seçilme hakkının berhava olması anlamına geldiğini fark eden önemli bir seçmen kitlesi, onlara öncülük eden bir muhalif kadro var.

Yaşanılan ekonomik krizden etkilenmeye başlayan önemli bir seçmen kitlesi, pahalılık, işsizlik ve yoksullaşma sorunlarının, Batı dünyası tarafından dışlanmanın getirdiği olumsuzlukların, rejim değişikliği ile bağını kurmaya başladı.

Bunu seçmene referandum öncesi pek hissettirmemek için rejim, kamu kaynaklarını, bütçe açığını büyütme pahasına  kullanma çabası içinde. Uygulamaya sokulan bir tür “Referandum ekonomisi” ile sandık rüşvetlerine başvuruluyor.  Yine de delik büyük ve büyümeye devam ediyor. Ekonomi küçülüyor, işsizlik artıyor. Dolar fiyatı yükseldikçe enflasyon da yükseliyor. Doları frenlemek için faiz artışı örtülü yapılsa da kâr etmiyor, ekonomi “yüksek faiz-yüksek kur” cenderesine sokuluyor, ekonomik saiklerle de beslenen bir “Hayır” damarı hızla güçleniyor.

Bu “içerden Hayır’lar” , mutlak “Hayır” oyu kullanması beklenen bilinçli CHP,  HDP, öteki sosyalist parti ve grup yanlısı seçmenin duruşuyla bir araya getirildiğinde, kanundan kaçmaktan öte hiçbir anlamı olmayan bu cinnet haline onay vereceklerin azınlıkta kalması çok mümkün. Hatta farklı gerekçelerle yan yana gelen bu aritmetik toplamlı ‘Hayır’ların, rejimi referandum sonrası da sarsacak, çatlatacak, geriletecek bir karşıtlığa dönüşmesi de  mümkün.

Farklı politik kesimlerin, “Hayır” da buluşmasının, asgari hedefi, güçlü bir parlamenterizm ve yargı bağımsızlığı olan bir karşı duruşta birleşmesinin bile, Türkiye toplumuna kazandıracağı çok önemli şeyler olacağını bilmek gerekiyor.

Written by Mustafa Sönmez