Mustafa Sönmez

AKP cenahında son “takıntı” şu: Menderes-Özal geleneğini sahiplenip ilk ikiliye RTE’yi dahil etmek. Bundan böyle AKP kongrelerinde, RTE’nin posterinin yanında Menderes ve Özal posterleri de asılacakmış. 16 Eylül tarihli Sabah’ta Nazlı Ilıcak bu fikri olumlarken Demirel’in ihmal edilmesini doğru bulmadığını yazıyor ve şöyle diyordu; “28 Şubat ve sonrasındaki performansı zihinlerde soru işaretleri uyandırsa dahi, Adalet Partisi ve DYP ile onun lideri Süleyman Demirel’i, geleneğin dışına atmak, tarihi gerçeğe de ters düşer”. ..

Menderes,Özal, RTE üçlüsünde bir devamlılık var mı? Araya Demirel alınmalı mı?

***

Menderes’ten başlayalım. Menderes’in DP’sini iktidara getiren dönem, sivil-asker bürokrasinin iktidar bloku içinde egemen kanat olduğu tek parti döneminin, özellikle ikinci dünya savaşının köylülüğü bizar eden koşullarıydı. O dönem, nüfusun yüzde 20’si kentlerde, yüzde 80’i kırlardaydı. Menderes de büyük toprak sahibiydi. DP, son tahlilde büyük toprak sahiplerinin ve savaş sonrası, yeni palazlanan burjuvazinin partisi olmak istiyordu. Bugünkü AKP gibi, İslami hayat tarzını yerleştirmek gibi bir amacı yoktu. Modernleşmeci, hür teşebbüsçü ,Türkiye’yi ”Küçük Amerika” yapmak isteyen bir liderdi. Köylü kurnazı RTE’nin Menderes’le miras ilişkisi kurma gayretini erbabı hemen anlıyor. 17 Eylül akşamı NTV’de, Şerif Mardin şöyle değerlendiriyordu: “ Demokrat Parti’nin sosyal kökeni ile Ak Parti’nin sosyal kökeni başka yerlerden geliyor…(AKP), oranın ideolojisini kendisine mal etmek istiyor.”

1950’lerin ilk yarısında yükselen DP’nin yıldızı, ikinci yarıda inişe geçti. Ekonomi büyük döviz açıkları vermeye, 1958’de IMF’nin ilk kemer sıkan politikaları kitleleri, özellikle bu dönemde sivil-asker bürokrasiyi sarstı, hızla muhalefete itti ve ardından Menderes, 27 Mayıs darbesi ile alaşağı oldu.

***

Demirel, 1960’lardan 1980’lere iç pazara dönük bir sermaye birikimi, ardından tıkanma yaşayan ve 1960 Anayasa’sıyla icraat yürütüp ardından 12 Mart inkıtası ile yoluna devam eden bir liderdi. Onun dönemi, hızlı kentleşme, işçileşme dönemiydi. Yine de kentsel nüfus henüz üçte bir dolayındaydı. AP’nin sırtını dayadığı hakim sınıflar ise , hızla Avrupa ve ABD sermayesi ile halvet olan büyük burjuvazi ve burjuvalaşmaya başlayan büyük toprak sahipleriydi. Demirel, tarikat ve cemaatlerle ilişkili olmakla beraber, o da Menderes gibi , laisizmle hesabı olan bir lider değildi. Demirel’in, 12 Eylül’e kadar da asker bürokrasi ile ciddi bir iktidar mücadelesi olmadı.

***

Turgut Özal’ı ise, 12 Eylül yarattı. 12 Eylül’ü yapanlar da Ilıcak’ın ima ettiği gibi,”sivil-asker bürokrasi” değildi. ABD’nin “Bizim çocuklar” dediği, generalleri kumanda eden bizzat Okyanus ötesiydi, içerideki uzantısı da TÜSİAD’tı. Çünkü, ABD’ye göre, Türkiye’de kontrol elden gidebilirdi. Öncelikle, iç pazara dönük birikim modeli tıkanmıştı, hızla ucuz ve disipline edilmiş emeğe dayanan bir kulvara geçmek, bunun için de siyasi yapıyı ters yüz etmek gibi bir zorunluluk da vardı sermayenin önünde. Özal, bu “transformasyon”u gerçekleştirecek figür olarak büyük burjuvazinin örgütü MESS’in başkanlığından ekonominin başına getirildi. 12 Eylül’ün başbakan yardımcısı Özal’ın 12 Eylül sonrasının ANAP lideri olarak başbakan koltuğunu kapması yine ABD desteği ile oldu ve sanıldığı gibi büyük burjuvazi ile didişerek olmadı. Bugünkü AKP’lilerin yaptığı gibi, o da kendi burjuvazisini oluşturmayı denemedi değil. Ama bu hiç de AKP’lilerin, Fethullahçıların modelindeki gibi MÜSİAD’ta, TUSKON’da buluşan ve bir “İslami hayat tarzı” ajandaları olan burjuvazi değildi. Hatırlayın: Enkalar, Erol Aksoylar, Süzerler’di Özal’ın çevresindekiler…

Özal’ın sivil-asker bürokrasi ile alıp veremediği neydi? Neoliberalizmi inşa etmeye çalışan Özal, her tür “devletçi” ayak bağını bertaraf etmek için “sivil toplumcu”luğa sarıldı. Bu konuda da etrafında sol liberalleri destekçi buldu; Bugünün “Yetmez ama Evetçileri”, ta o günden neoliberallere koltuk değneği oldular. Özal, her ne kadar, “Milli görüş” kökenli bilinse de bugün AKP’nin yaptığı gibi, islami bir hayat tarzını ajandasına almadı. Bu anlamda da RTE ile bir ortak alanı yok. Ortak alanları, neoliberallik, küreselleşme, özelleşme ve bunun için gerekli olan anti-sendikal, demokratik görünümlü bir “otoriter” yapıyı oluşturmak. Ama bu, Özal ile RTE’nin ortak yanı. İthal ikameci dönemin liderleri Menderes ile Demirel, bu anlamda da sonrakilerden ayrışırlar. Bu detaylar önemlidir. Nazlı Ilıcak, iktisada, iktisat tarihi-siyaset ilişkilerine yabancı olmasa, belki bunu anlardı.

***

RTE’yi, önceki 3 liderden ayıran en önemli özelliği laisizmle olan derdidir. Ortak yanı ise daha çok 12 Eylül ve Özal ile , neoliberalizme bağlılık ve onun gereklerini yerine getirme üstünedir…Didiştiği sivil-asker bürokrasi, kendisini “laisizmin bekçisi” olarak tanımladığı için, RTE’ye ayak bağıdır…RTE’nin şimdi yapmak istediği, Özal’ın da ajandasında olan özelleştirme, ticarileşme, devleti küçültme ve Türkiye’yi bir ucuz emek ekonomisi olarak dünya ekonomisine entegre etme. Özal dahil, önceki tüm sağcı liderlerden en önemli farkı ise, islami hayat tarzının yaşandığı, buna uymayanlara empoze edildiği bir sosyal karşı-devrimi adım adım gerçekleştirmek. Bunun için de yürütme ve yasamadaki üstünlüğe, yargı egemenliğini eklemek. Hatta bir de başkanlık sistemiyle bu otoriterleşmeyi pekiştirmek…

Bütün bu hedefleri “sandık” rızasıyla gerçekleştirdiğini, bundan dolayı “demokratik” olduğunu söyleyen AKP’nin, o rızayı, halkı korkutarak, medya ile uyutarak , alternatifsiz bırakarak, kısaca ölümle korkutup sıtmaya razı ederek, sağlaması ise bir “teferruat”…

Written by Mustafa Sönmez